EYLÜL’ DE AŞK FELSEFECE YORUMLANIR
*Dostlukla
başlayan bir hikâyenin, aşkla biten sonu mudur aşk? Eylül’ de yapraklar dökülür
ve her kadının eylülüdür hayatın içerisinde kadınlığı. Bu hikâye de en büyük
bağların dönüşümü var. Bu dönüşümün insan psikolojisinden hayata bakışı! Asıl
neydi varolan Eylül’ de? Neydi hayatın Eylül’ü, neredeydi, insanın hangi
mevsiminde? Bu roman hangi karakterlerin yaprak dökümünü yaşatıyordu
okuyucusuna. Burada bunu anlamaya çalışmak bile, başlı başına bir psikoloji,
ayrı bir çaba…
Başlangıç
Olarak
Süreyya
ile Suad’ ı yaşamanın başlangıcıydı hikâyenin ‘start’ı. Bağda yaşayan bir çift
Adalar da yaşamanın hayaliyle buluyorlar benliklerini. Mutlu bir çift ya da her
çift gibi mutlu olduğunu düşünmek isteyen iki ayrı kişilik! Para bulmaları
gerekiyor, Adalar da eşsiz bir yaşam için. Süreyya bir yandan toplumun ona
yüklemiş olduğu erkeklik cinsiyetiyle birlikte Suad’ ı en büyük hayaline
kavuşturacak kişi olarak görüyor. Bir türlü başaramadığı bir erkekliğin altında
ezilmenin hissini yaşıyor. Diğer yanda her şeye rağmen kocasını deliler gibi
seven ya da her kadın gibi kocasını sevdiğini sanan ve herşeyiyle erkeğini
kabul eden bir kadın var. bu kadın babasına haber eder, evin parasını bulmak
için. Günlerce haber bekler ve mutlu haber gelir. Babası para göndermiştir. Bu
haberi sürpriz bir şekilde Süreyya’ ya söyler. Bir yer gidip bakarlar Süreyya
ve en yakın arkadaşı Necib. Ah bu Necib, ah! Aradığı sevgiyi bulamamış, sevgiye
layık bir kadına sahip olamamışlığın ezikliğiyle karmaşık duygularla çalkalanan
bir adam. Yeni ev tutulmuştu. Artık Süreyya ve Suad yeni hayatlarına
başlayabilirdi. Fakat bu hayat Süreyya’nın en yakın dostlu olmaksızın mutlu bir
hayat olamazdı.
Yeni evlerinde yeni bir hayata
başlayan çift, mutlulukla mest oluyorlardı. Bu mesud hallerine en yakın
dostları Necib’ i de dâhil etmeyi hiç unutmuyorlardı. Ama hayattan hiçbir zevk
alamayan Necib bir yandan mutluluklarını paylaşırken diğer yandan iç dünyasında
boğucu dumanlarla kavga ediyordu. Süreyya ile Suad’ ın ortak olarak
paylaştıkları tek şey hayattı. Hayat birşeyleri paylaştıkça paylaşılan bir şey
olmaz mıydı, kendinden bir parçan olan şeyleri paylaşmak gibi… bu çiftin aksine
Suad ve Necib’ in beraber paylaştıkları bir hayat vardı, hayatlarından bir
parça. İşte o parça ruhlarından akıp ta notalarda ‘ben senin her bir hücrenim’
diyen piyanonun varlığıydı. Beraber ne parçalara eşlik ediyor ve ne parçaların
ruhlarını paylaşıyorlardı. İşte bu hikâye asıl burada, müziğin çalmaya
başladığı yerde start veriyordu.
Artık buzullar suya dönüşürcesine
ilişkiler ilişkilere dönüşmüştü. Dostluklar parçalanıyor, hayatlardan yeni
hayatlar başlamak için atalarının tabularına tapınmayı bırakıyordu. Gönül tüm
doğallığı ile yapay olan ne varsa lav etmek için savaşa hazırlanıyordu. Eylül’
de müzik, savaş şarkılarıydı, benlik hayatlarının savaşları.
Yeni bir seyir… Süreyya yeni
hayatının eşiğinde kendisi için kendinden geçen biricik Suad’ ı tüm
varolanlarıyla aldatıyordu. Ama ne yazık
ki en değerli varlığını, karısını bunlara karşılık unutuyordu. Ama Suad’ ı
hayatının tam bu zamanında hatırlayan birisi vardı. Konumuyla bir ihanet olan,
gönlüyle masumiyet olan, ihaneti dostluğa, masumiyeti aşka dayanan bir benlikti
Necib artık bu çiftin hayatında.
Zamanla sevmişti Suad’ ı. Artık
onsuz, onun düşleri olmadan günler geçiremiyordu. Çünkü günler Necib için Suad
olmuştu. Zamanla Suad’ da gönül kaydırdı eşinin en yakın arkadaşına. İkisinin
de içi içini yiyordu. Böyle bir ihanet olabilir miydi? Birisi kocaya karşı
gerçekleşen, diğeri en yakın dostu aldatmaya dayanan ve bir kadını baştan
çıkarmayla adını alan bu üç noktanın buluştuğu ve içi her daim belirsizlikle
doldurulan bir kavramda gelip konuyordu.
Belirsiz
Bir Kavram: Namus
Belden
aşağı en büyük pisliğin ve en büyük değerlerin kurulduğu bir değerler
dünyasının içerisinde varolmuştu erkek ve kadın. Toplum yaratmıştı erkeği ve
kadını, henüz Tanrı ruhları yaratacak kadar kudretli olamamıştı yeryüzü varoldu
varolalı! Bu hikayenin Eylül’ ünde toplumun yarattığı değerlerden doğmuş
kadınlar ve erkekler vardı. En büyük değerlerinin doğduğu kaynak, en çok
lanetledikleri ve pis saydıkları cinsel uzuvlardı. Buradan doğan ve en büyük
değersizlik olan ama toplumun en yüce değer olarak ithaf ettiği, her an içi
değişken olan bir değer vardı. Evet, namus! Herkesin “ana babasından,
büyüklerinden duyduğu, kitaplarda okuduğu namus; bütün insanlığın yasalarının
esası ve amacı olarak tanıtılmış olan namus…(Mehmet Rauf, Eylül, Bordo Siyah
Yayınları, İstanbul:2004, s.264)”. tüm belirsizliğiyle Suad ve Necib’ in
bağrına alev alev düşmüş ve yakmaya başlamıştı.
Toplum Necib ve Suad’ dan bir daha
görüşmemek üzere ayrı dünyalara kaçmalarını ister elbet. Fakat doğa bir araya
gelmelerini, dudaklarının iç içe geçerek kavrulmasını, tenlerin birbirlerine
geçerek ateş almasını istiyordu. Doğa ve toplumun baskısı altında kalmıştı bu
iki aşk dolu ruhun benlikleri. Böyle olmasının nedeni kendileri miydi yoksa
onlar olmayan ya da olamayan veya olamayacak olan herşey mi? Neden gizlemek
zorundalardı? Neden aldatmak zorundalardı? Neden susmak zorundalardı?
Cevabı basitti bu sorunun, çünkü
kadının zaten kendisi olmayı istemeye hakkı bile yoktu toplumun içinde. Kadın,
erkeğin tanımladığı sınırlar ve kalıplar içerisinde kadın olabilirdi ancak.
Bunu bir oturuşta iki kelam ile anlatıyor Mehmet Rauf. Necib bağa ineceğini
söylüyor ve hemen arkasından Süreyya biz de ineceğiz diyor. Suad çok gecikmeden
hayır karşılığını veriyor. Ama ilk kez kocasına karşı bir şey istediği anda
isteği geçersiz sayılıyor. Hayır; bağa ineceklerdi… İşte tam burada parayı
ödeyememenin altında eriyen erkekliğin yeniden erkeklik edasıyla sahneye çıkışı
görülüyor. Ama bu hikâye burada bitmiyor. Bu tartışmanın yaşandığı andan sonra
yeni duygulanımlar ortaya çıkıyor.
İşte
İnsan
“Ben
onu bilmiyormuşum, bütün bütün başka bir adammış(Mehmet Rauf, Eylül, s.280)”
diye düşünürken buluyor kendisini Suad. Acaba bu kadarla mı kalır insan? Neyi
olduğu gibi anlayabiliyoruz ya da kimi gerçekten anlamaya fırsat verecek kadar
tanımaya çalışıyoruz? Suad Süreyya’ yı ne kadar anlamıştı veya Necib’ i
gerçekten anlamış mıydı? Sakın tüm karşılaşmış olanlardan olmadığı için hemen
ona kapılmış olmasındı. Bu yeterli bir sebep sayılabilir. Fakat şimdiye kadar
olanlardan olmaması, onun özel olduğunu gösterir mi? Bu bir soru olarak burada
bırakılırken, insanın birbirini anlaması noktasında; insanlar birbirlerini ne
kadar anlayabiliri tartışmak gerekir.
Artık herşey çalkantıda ilerliyordu
bağda. Suad Süreyya’ ya olan kızgınlığı kadar, tüm bu ortamda yan yana geldiği
Necib ile de çalkantılı duygulanımlar yaşıyordu. An gelmişti ki Suad ile Necib’
in karşılaşmalarından doğan duygu durumun da, “tavırları, üstü kapalı sözleri o
kadar soğuk, eğlence düşkünü görünüyordu ki, onu o kadar iyi ve saygıdeğer
bildikten sonra bu girdap içine dalmış görmek dayanılmaz bir şekilde pek acıklı
geliyor, o kadar gözünden düşmüş, bayağı buluyordu ki, bu aşağılık duruma ve
alçalmaya dayanamayarak ağlamak istiyordu(Mehmet Rauf, Eylül, s.349)”
düşüncelerine şahit olunuyor. İşte Suad’ ın Necib hakkında onu tam olarak
anlamadan, meşru olmayan önyargılarla yaklaştığı anlardan birinden doğan
fikirleridir buradaki düşünceler. İkisi arasından bu anlarda doğan soğuklukta
Suad daha da soğuk tavırlarıyla Necib de yarattığı etkiyle, ona sahip olamamanın
altında kişiliğini kaybeden ve tamamen hınç duygusuyla dolan Necib kadınlar
hakkında ise şöyle düşüncelerle birlikteleşiyor: “fakat hıyanete gelince…
Bakınız bunda naziri yoktur. Sanki sade bunun için yaratılmışlar(Mehmet Rauf,
Eylül, s.353)”.
İkisi de pişman olacağı bu
düşüncelerle yaşamda ölürken, bir umut ve bir umutsuzlukla birbirleriyle
varoluyorlardı. Ama olan bir şey daha vardı bu hikaye de. Olan şeyin bir de adı
vardı…
Bu
Hikâyenin Sebebi Aşk
İkisi de tekrardan tüm yanlış
anlamalara karşı tekrar birbirlerini sevdiklerinin farkında ve yine
hapsoldukları toplumsal dünyanın farkında da olarak aşkın miracına çıkmış ve
görmüşlerdi bir aşığın diğer aşığa anlamdaşlığıyla: “ Ondan başka herşey boş,
her şey hiç, her şey boşuna idi: o olmasa hiç, hiçbir şey olmazdı ve yine ondan
başka hiçbirşey yoktu(Mehmet Rauf, Eylül, s.372)”.
Ama bu aşkın miracıydı, hayatın
değil! Hayata, hayatta ki bir şeye sahip olarak hayata sahip olacağını sanmak
sadece bir illüzyondu. Hayat ise kendi miracın da kendisinin farkına varacakları
bekliyordu.
Bir an her yeri ateş sardı. Herkes
kaçışıyordu. Fakat Süreyya ile Necib yüzyüze geldiklerinde alevlerin ortasında Suad
yoktu ortalıkta. İkisi beraber odaya koştular. Odanın kapısında aşk içeri
girdi. Ve Süreyya odanın kapısının ateşler içersin de kaybolduğunu gördü. İşte
burada aşktan öte hayatın miracına varmıştı âşıklar. Çünkü kendileri bir son
bir son olarak bir başlangıç yarattılar. Sakın bu sözler yanlış anlaşılmasın.
Öte dünyanın başlangıcı değil burada adı geçen. Burada adı geçen hayatta bir
kez olsun hayatın miracını, gerçekten kendin olmayı seçebilmen, olmak istediğin
olabilmen, tam da olmak istediğin yerde, olmak istediğinde, olmak istediğin
olarak.
“Madem
ki ölmek var; ne vakit olsa kolay…( Mehmet Rauf, Eylül, s.199).”
Yorumlar
Yorum Gönder