LİNÇ ve ŞİDDET KÜLTÜRÜNÜN ANLAŞILMASI ÜZERİNE


ÖZET
            Hayatımızın her yerinde karşımıza çıkan şiddeti tabii hukuk ve pozitif hukuk tarafından nasıl ele alabiliriz? Tarihi bir sahne içerisinde şiddeti nasıl değerlendirebiliriz? Şiddet en çok nerelerde karşımıza çıkmaktadır? Yaşam alanımızı belirleme konusunda şiddet nasıl bir belirleme etkisine sahiptir? Şiddetin varlığını kaçınılmaz olarak kabul etmek zorundayız, çünkü istesek te istemesek te karşımıza çıkmaktadır. Peki, bu nasıl oluyor? Diyelim ki oluyor. Şiddet nasıl engellenebilir ya da engellenebilir mi? Toplumun oluşturduğu sistemlere bakacak olursak en mikro halinden en makro halinin içinde şiddeti nasıl ele alabiliriz? Yani şiddet, devlet ile beraber nasıl ele alınmalıdır ve devletin birer oluşum parçası olan devlet içi toplumsal ahlak anlayışı, aile ve toplumun etkileşiminin kendisini oluşturan ilişkiler bazında nasıl değerlendirilebilir? Bunu görmek için öncelikle tabii hukuk ve pozitif hukuku anlamaya ve onlarla beraber, bir arada yaşayan topluluklar da şiddetin nasıl bir yere oturduğunu göstermeye çalışacağım.
            Anahtar Kavramlar: Doğal hukuk, pozitif hukuk, ahlak, aile, devlet ve şiddet.

                       
THE CULTURE of LYCHİNG and VIOLENCE ON THE APPEAR
                                                           ABSTRACT
How do the naturel law and the positive law evaluate the violence in all of our life? How do we evaluate in scene which is in history? Where do we come across with the violence? How does the violence affect our life? There is violence and we have to notice it. Because when we want in time, there is it. When we don’t want, there is it. How do happen this? Can we avoid it? Else how can it avoided? We should look all of system of society.  How do we see they who are in situation of micro than in situation of macro, when we look to them? That is to say, how the violence evaluated with the community? And can we evaluate it in relation who is between the community and morals and society?  I will try to seeing all my told for this. Also I will search where to the violence in communities and I will try to seeing how to the violence have location.
Key Words: the naturel law, positive law, morals, family and violence


            Giriş
            İlk olarak şunu dile getirmek gerekir ki hukukun nasıl ortaya çıktığının yanı sıra asıl önemli olan hukukun nasıl bir işleve sahip olduğudur. Bunu yaparken ise tarih sahnesinde önce doğal hukuk sonra da pozitif hukukun hukuk sınırlarını belirlemesi sebebiyetiyle onları ele alarak konuyu ele derleyerek sunmaya çalışacağım. Bilgileri sistematikleştirme ve geniş bir tartışma çerçevesinde ele alan Yunan düşüncesine bakarsak bizi kolaylıkla bu amacımızın içerisine soktuğunu göreceğiz.
“Tabi hukuk okulu, hukuk felsefesi tarihinde önemli ve sürekli rolü olan bir düşünce akımını temsil eder. Yunan düşüncesinde tabii hukuk, görünüşünde kaos ve çatışma bulunan fakat düzen isteğini de taşıyan dünyayı akli ilkelere bağlamak amacına yönelmiştir. Yunan düşüncesi, bu nedenle,  tabiata göre adil olanla, geleneğe ve yazılı hukuka göre adil olan arasında bir ayrım yapmaya çalışmıştır.”[1]
            Burada ilk dikkati çeken iki kavram* olacaktır ki, onlar bizi bir doğal kargaşa ortamından dolayı hukukun gerekliliği fikrine götüreceklerdir. İnsanlar bir kargaşa durumundan kurtulmak için Yunan düşünürlere göre aklını kullanma doğal durumunu kullanmışlardır. Dolayısıyla hukuk aklın kullanılarak belli bir tür toplumsal sorunların insan doğası gereği aşılma isteğinin kendisiyle beraber aşılmak istenmiştir. Dolayısıyla birçok insan topluluğunun takılıp kaldığı konu bir arada yaşam sürme zorunluğu ile beraber nasıl bir yaşam sürecekleridir. Nasıl yaşanmalı? İşte bu konuda doğal hukuk devreye girer ve insanlar arası ilişkileri düzenleme vazifesi ona aittir. Tam da buraya odaklandığımızda görürüz ki;
“doğal hukuk kuralları yaptırımdan yoksun değildir. Onların yaptırımı vicdan azabı şeklinde belirir. İnsani cezalar, yani pozitif hukukun uyguladığı cezalar insanların eseridir. Ancak cezaları ve cezalandırmayı haklı kılan tabii hukuktur. Belirli bir soruna pozitif hukukta çözüm bulunmazsa rahatlıkla tabi hukuka başvurulabilir.”[2]
            Dikkat edecek olursak doğal hukuk pozitif hukuku önceler bir durumdur. O halde kargaşanın doğallığın eserimi yoksa doğallık dışı bir durum mu olduğu gibi bir sıkıntı bizi karşılıyor gibidir burada. Bunu anlamak için doğal hukukun nasıl şekillerde ele alındığına bakmamız gerekir ve oradan da yorumsal bir şekilde pozitif hukuka nasıl geçildiğini anlamaya çalışmamız gerekir. Protagoras’a göre her bir eylem, her bir akt ve her bir davranış ve her şeye dair insana ait bir gözle yapılır. Bu konuda insan bize neyi ispatlayabilir? Neden kargaşa, gürültü ya da şiddet ortamı olmasın ki? Yaşamak için ve toplumsal hayatın devamı için. Çünkü insan iyi bir şekilde ve daima iyiye giden bir şekilde ister. Neyi ister? İnsan yaşamayı ister. Bunun için birbirleriyle olan ilişkilerinin her birinin yaşantısına bu dayanağımızı sunacak şekilde olmalıdır. İşte bunun içinden de kanunlar doğar. Ama bu kanunları kim belirliyor ve herkesin tamda bu sunumdan aynı oranda istediği kadarını alma hakkına sahip mi? Kanunları kim belirliyor? İnsanlar birbirlerine eşit mi? İnsanların eşit olması durumunu geçelim insanların topluluklar oluşturduğunu ve bu toplulukların soyut sistemler ortaya koyduklarını ve ikiden üçü türettiklerini, yani devleti görmemezlikten gelmemiz gibi bir şey söz konusu olabilir mi? Yunan devletinde Platon ve Aristoteles zamanın da tam da kültür insanların arasında ki kanunların sahiplerini ve kanunların işlevlerini belirlemiyor muydu? Ve biz buna ne diyorduk? Yönetim mi? Yönetenler kimler?
“Sokrates, bütün insanların zorlama olmaksızın inandırma yoluyla yönetilmeleri gerektiği üzerinde duruyor. Hukuk devletinin ve devletin zorlama yoluna başvurmaksızın varlığını sürdürmesine imkân olmadığı söylenebilir. Geçmişte kurulan ve bugün mevcut bulunan her hukuk düzeni kendi kurallarının yürürlüğünü zorlama yoluyla sağlamıştır ve sağlamaktadır.”[3]
            Peki, tüm bu işletim ve işleyiş bir şiddet değil mi? Şiddet tam da hukukun kendisini dayatması değil m, tıpkı bir babanın çocuğuna kendisini dayatması gibi? Platon değil miydi sınıflar kuran ve bu sınıfların doğaları gereği böyle olduğunu söyleyen? Peki, şimdi soruyorum hukuk kimin ve hukuku kuranlar kimler? Ayrıca platon için; “amaç, hürriyet ve otorite arasında bir denge sağlanmalıdır.”[4] Peki, bu otoritenin getirdiği kanunlara uymayanlara ne olacak? Tüm bunlara daha sonra tekrar tekrar gelmek üzere şimdilik soru işaretleriyle bırakıyorum bir kenara. Ayrıca tüm bu soruların yanı sıra da neden kurallara gerek duyuyoruz ki? İşte Aristoteles bu konuda bize ilk tabii hukuk yorumunu verecek: çünkü
“her ailede mülkiyet göze çarpar. Mülkiyet aile kadar tabii bir kurumdur ve bu kurumun devletçe gereklidir.”[5]
            Şimdi tek tek hukukun içerisinde ki kavramlar doğal hukuk çerçevesinden ellerimize ve akıllarımıza dokunmaktalar. Yani doğal hukuk bir eşitsizlikler hukuku mudur? Bunun üstüne bir de bu eşitsizlik doğal bir şey midir? İnsanın doğasında kaostan ve çatışmadan sonra bir de eşitsizlik mi onu o yapan şeydir. Peki, tüm bunlara rağmen insanları bir arada tutan hukuk kuralları nasıl değerlendirilmektedir? Tüm hukuk kuralları bir cezalandırma sisteminden mi ibarettir. Hani bu yasak, o yasak vs. yasak. O zaman yasak olmayan nedir? Ceza almayacağımız her bir durumu bize öğreten şey nedir? İşte bunu bize öğreten şey sistemin kendisidir. Bir bakıma şöyle diyebiliriz ki toplumu belirleyen ahlak kuralları, din kuralları ve şimdilerde pozitif hukuk kurallarıdır. Bunlar bizlere kendilerini hayatın her sahasında dayatırlar. Aralarında ki tek fark dönemsellik ve cezanın kuralları şekillendirme biçimidir. Cezayı veren de devlettir, devleti yönetendir, yani egemen olan kesimdir. Gerek ahlak, gerek kültür gerekse yazılı olan kanunlar insanlar arasında ki bir tür sözleşme birbirlerine söz vermedir. Öyle ki;
“Hobbes’un sosyal sözleşmesinin en önemli iki özelliği, devletin sözleşme ile bağlı olmaması ve sözleşmeyi yapan fertlerin yalnız birbirlerine karşı değil, fakat aynı zamanda üçüncü kişi durumun da bulunan devlet lehine taahhüde girişmeleridir. Bu şekilde kurulan devleti Hobbes ‘barışın ve ortak savunmanın sağlanması yolunda, kamu iktidarını kendi isteğine göre kullanmaya yetkili tüzel kişi’ saymaktadır.”[6]
            Şimdi tam bu noktadan görmemiz gereken şey bu tüzel kişi neyi belirler? Sadece dışa karşı bir koruma mı sağlar yoksa içe doğru da bir koruma sağlaması gerekir mi? Dışa karşı içi korurken içe karşı da kendi yönetim tarzını koruması gerekmez mi ya da zaten öyle yapmıyor mu? İnsanlar arası ilişkileri düzenlemenin onun işlevi olduğunu ve insanlar arası doğal durumun çiğnenmesinin engellenmesini anlamıyor muyuz Locke’nin yorumlarından? Öyle ki bu sosyal sözleşme;
“bazı insanların tabii hukuku çiğneyerek, diğerlerinin hürriyet, kişilik ve malına saldırma eğilimini göstermesi, dolayısıyla suç işleyenlerin cezalandırılmasını sağlayacak bir organizasyonun kurulması isteği, sosyal sözleşmenin yapılmasına neden olmuştur.”[7]
            Ama Locke sadece bizi suç işleyenlerin cezalandırmasının bir şiddet doğurup doğurmayacağı ya da insanların sahip olduğu ve benim dediği şeylerin yani mülkiyetin korunması gerektiğini göstermiyor. Daha fazlasını gösteriyor. Bireyin devlette yaşama ve kendisini gerçekleştirmesi için egemen olanın yani devletin güçlerini dağıtmamız gerektiğini de gösteriyor. Yani, devlet bireylerin bir araya gelerek oluşturdukları toplumun mutluluk teminatı görevini üstlenmiş oluyor. eğer devlet bunun zıttı yöne getirirse durumu devletin ya da yönetimin ilgası ve ihtilalin gerçekleşmesi gerekiyor. Daha doğrusu toplum adına devlete karşı yapılan bu ihtilal doğal bir durumu karşılar gibi duruyor? Ama bu da bir tür şiddet değil mi? Hegel felsefesinde Napolyon özgürlük adına özgürlüğü yok etmiyor mudur? Devletin kendisi zaten bir şiddet kurumu değil midir? Her ceza şiddete bir denklik düşme durumunda değil midir?
“insan hür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Bir kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama böyle zannetmesi onların daha köle olmasına engel değildir. Bu değişme nasıl olmuş? Bunu bilmiyorum, bunu meşrulaştıran nedir?”[8]
            Hemen sonrasında devam edersek Rousseau’ya göre sosyal sözleşme “üyelerinin her birinin canını malını ortak güçle koruyan öyle bir toplum şekli bulmalı ki, orada her insan birleştiği halde yine kendi kalsın.”[9] Peki, neye göre nasıl davrandığımızı belirleyen devletin kendisi tamda öyle davranmadığımız da neden ceza hükmünü veriyor? Vermesi bir yana bu ceza hükmünün derecesi neye göre belirleniyor? Her ceza bir şiddet değil midir? Aslında cezayı kimin vereceğini belirleyen devleti hiyerarşik bir düzen bu hale getirmiyor mu? Hiyerarşinin böyle bir konuma gelmesini sağlayan nedir? Bir babanın çocuğunun sırtına kaç adet kayış vurması gerektiği belirsiz olduğu kadar bir devletin de suçlunun sırtına indireceği şiddetin temsili cezanın ölçeği nedir? İşte bu sorular hep bir noktada çözümsüz kalıyor ve bizi hep yeni hukuk arayışları içerisine sokuyor. İnsan aklı ya da insanın doğası bizleri buralara kadar getirmiyorsa bizi buraya getiren şey bu soruları sorduran nedir? İnsan doğasında değilse bu incelemenin ve tarihselliğin içinde hukukun ilerlemesi, acaba deneyimsel ve ya insanın soyut bir sistem oluşturma yeteneğinin sonucu olabilir mi? Yani bunu bundan sonra pozitif hukuk çerçevesinde ele alırsam herhalde yanlış yapmış olmam. “Pozitif hukukun özü ve içeriği sorunu tabii hukukçular için fazla önemli değildir. Çünkü tabii hukukçular zaten pozitif hukukun egemen gücün emirlerinden oluştuğunu zaten kabul ediyorlardı.”[10] Peki, o halde tüm sorduğumuz soruların temeline tamda egemen gücün kendisini oturtamaz mıyız? Dolayısıyla Bentham’ın gözleriyle hukuku görecek olursak; “insanların hukuka uymalarını sağlamak için emir ve yasaklarla birlikte elem verici sonuçlarında belirtilmesi gereklidir. Ceza yaptırımı olmaksızın hukuktan söz edilemez.”[11] Yani hukukun kendisi egemen gücün kendisini dayatmasından başka bir şey değildir. Yani önceden bir belirleyicilik bulunduruyor benliğinde hukuk ve bu tamda yönetimin benliğini bulundurduğunu açıkça gösteriyor. Hukuku koyanları ya da hukukun kanunlarını belirleyenleri düşünerek okuduğumuz da, Kelsen için;
“hukuk bir normlar hiyerarşisinden başka bir şey değildir. İnsanların nasıl hareket etmeleri gerektiğini gösteren hukuk normları sistematikleştirilebildikleri takdirde, hukuk teorisi ödevini yerine getirmiş olacaktır. Tabiat bilimleri alanında varlığı görülen tabiat kanunları olanı gösterdikleri halde, hukuk normları olması gerekeni, daha doğrusu belirli şartlar ortaya çıktığında insanların nasıl hareket etmeleri gerektiğini gösterir.”[12]
            Olması gereken nedir? Olması gerekeni kim belirlemektedir? Bunu belirleyen kesim hiç kuşkusuz ki yönetici kesimdir. Peki, gerçekten bir üçüncü kişilik olan* devlet kimdir? Bizi yönetenler ya da egemen güç kimdir? Hayatımızın neresine kadar etkisini göstermektedir? Tüm buraya kadar doğal hukuk ve pozitif hukuk çerçevesinde bunların kaynaklarının çeşitli yorumlarını ve elimizde ki tüm soruların birer doğuş perspektiflerini görmüş olduk? Acaba asıl görmemiz gereken şeyleri görebildik mi? Bundan sonra devletin mikro ve makro bir sistem şeklinde bireyden devlete kadar ilişkiler bazında ele almam gerekiyor. Çünkü şimdiye kadar toplumdan, bireyden kopmuş ve devletin bünyesinde olarak teorik birer gözlem yapmış oldum. Şimdiden sonra ise bir yöntem değişikliği ile devletin içinde bulunan yaşantıların, bireylerin, tolumun ve tüm bunların devletle ilişkisine girmeye çalışacağım. Çünkü konunun asıl odak noktası olan şiddetin hayatımız da ki yerini anlayabilelim. Öyle ki şiddeti devlet doğursa da bir bakıma kişilerde doğururlar. Ayrıca şiddet sadece devletin ya da sadece bireylerin değil, toplumun genelinin egemen olduğu her noktada işlerlik kazanıyor olmasıyla incelenmek durumundadır. Hiç kimse bana dokunmayan yılan yaşasın diyemez. Elbet dokunur ve dokunuyordur.
            Devlet, Aile, Her Bir Egemen Olma Koşulunda ve Birey Olabilme Bağlamında Şiddetin Hayatımızdaki Yeri
            Birey değince tekiller şeklinde varolan insanlar nasıl geliyorsa aklımıza iki kişi deyince birbirine karşı sorumlu bir insan çifti ve belki de aile olarak bir arada bulunma durumunda ise aile ve aileler toplamı olarak toplum ve toplumu yöneten ve yönetilen olarak ayırdığımız da halk ve ya çeşitli toplulukların bir araya getirdiği bir toplum olarak halk ve egemen sınıf olarak halkı yönetme yetkisine sahip siyasi iktidar aklımıza gelmektedir.
“Locke’nin vurguladığı mülkiyet hakkı, yani herkesin emeğini katarak oluşturduğu ya da elde ettiği şeyleri edinebilmesi hakkı ile modern döneme eşlik hak ve özgürlük listesi şekillenir. Tüm bu düşünürlerin ortak özelliği ise, bireyi ve bireylerin eşitliğini temel almalarıdır.”[13]
            Şimdi eşitlik kavramıyla beraber her bir bireyin artık devletin içerisinde bulunacağı yerin tartışılmasının gerektiğini bize göstermektedir. Gerek özgürlük, gerek eşitlik her ikisi de bireyin devlet içerisinde ki konumunu ve yerini belli eder. Fakat öte yandan da unutmamak gerekir ki eşitlik diye birşeyden gerçek manada söz edebilir miyiz? Yani herkes eşit midir? Şöyle diyelim ki; “eşitlik, bir yandan yurttaşlık kavramının oluşması ve devlet açısından eşit muamele etme yükümlülüğü ile bir hak kategorisi, diğer yandan genel anlamda hakları yatay olarak kesen bir kavramdır.”[14] Dolayısıyla eşit olma sınırsız bir özgürlüğün de kesilmesi anlamına gelmektedir. Fakat pozitif hukuk açısından eşitlik çok daha farklı bir yere koyulmak zorundadır. Gerek Aristoteles gerek Locke onların ötesinde Marx ve Engels de içinde olmak üzere her biri eşitlik kavramını farklı şekillerde ele alırlar. Biz şimdiki hukuk sistemini incelediğimiz de eşitlik karşımıza şekli bir eşitsizlik çıkar. Ya da hukukun önünde eşitlik dediğimiz olgu. Fakat bu eşitlik bize gerçek mana da bir eşitlik veriyor mudur?  “Şekli eşitlik anlayışında hak özneleri arasında ki farklılıklar dikkate alınmaksızın aynı olduklarının varsayılması ve aynı hukuk normuna tabii tutulmaları söz konusuyken maddi eşitlik anlayışında farklılıkların göz önünde bulundurulması esastır.”[15] Bu bize kapitalist sistem içerisinde eşitlik kavramının hiçte eşitlikçi bir anlayış içermediğini göstermektedir. Öyleki bu eşitlik iktidarın ve halkın arasında ki uçurumları göremez ve tüm hukuk sistemi de zaten bunun görülmesini engellemek üzerinedir. Öyle ki “eşitlik her durumda aynı hukuki durumlar arasında söz konusudur. Hukuk felsefesine girmiş bir deyimle ‘eşitlerin eşitliği’ anlamındadır. Farklı durumlarda olanlara, yani eşit olmayanlara, farklı kurallar uygulanması, yani eşit olmayanların eşitsizliği eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz.”[16] Yani bunu örneklerle açıklayacak olursak kapitalist düzen içerisinde zaten eşitler bir eşitlik gösterirken mülkiyet sahibi olmayan ya da iki farklı sınıf arasında ki uçurum çok büyüktür. O kadar büyük ki burada ev içi emeği görülmeyen kadınlar da dikkat çekmektedir.
            Ev içi tecavüze uğrayan kadının hukuk karşısında ne kadar eşitliği vardır? Ya da Lgbt üyesi bireylerin hukuk karşısında ne gibi hakları vardır? Onlar bireylerle eşit midirler? Eşcinsellerin hürriyetinden ya da bu hürriyet için savaşan hukuki bir başarıdan söz edilebilir mi? Tüm bunların yanı sıra ahlaki açıdan da psikolojik şiddete maruz bırakıldıkları gün gibi ortadadır.
“Bu komite*, Eylül 1957’de raporunu** sunmuş ve hukuk sisteminde her iki konuda*** da bazı değişiklikler önermiştir. Eşcinsellik bağlamında, on ikiye bir çoğunlukla, yetişkinler arasında rızaya dayalı, aleni olmayan eşcinsel fiillerin artık suç olmaması gerektiği yolunda görüş bildirmiştir; fahişelik bağlamında ise, oy birliği ile bizzat fiilin yasadışı kılınmaması gerekse de alenen cinsel ilişki önermenin sıradan vatandaşlara karşı rahatsız edici bir musibet olduğu gerekçesiyle, bunu sokaklardan temizlemek için yasama işlemi yapılması gerektiği yolunda tavsiyelerde bulunmuştur.”[17]
            Anlaşılacağı üzere komite bir geçiş dönemi olarak değerlendirilemez fakat tamda o tarihte hukukun ve hukuka sahip ideolojinin dünyaya ve insana bakış açısını bize sunar. Hukukun getirdiği bir mülkiyet vardır ve bu mülkiyet devlete ait gibidir. Yani kadınlar nasıl kocasına aitmiş gibi görünüyorsa ve bu eril bakış çerçevesinde ev içi tecavüzün kendisi bir suç ve şiddet sayılmıyorsa devlet te devletin tüm mülküne ve insanın emeğini kullanmasına ve tamda o şekilden başka bir kullanma şekli sunmazken o şekilde de kullanmasına engel çıkmaya çalışma çabasını görüyoruz. Eşcinseller ve fahişeler hiç te insan olma haklarını yaşayamıyorlardır. Dolayısıyla “kapitalist üretim biçimi,  mülkiyet hakkının ve mübadelelerinin hukuki yansıması olan sözleşme özgürlüğünün yanı sıra eşit ve özgür hukuki öznelerin ortaya çıkışına zemin hazırlarken, yasa önünde eşitliği de olanaklı kıldı”[18] demenin hiçbir mantığı yoktur. Çünkü burada ki eşitlik bir eşitsizliğin kendini gizleme çabasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla artık elimiz de duran tek şeyin tüm bu hukukun işlenmesi için gerekli olan yaptırımı görmek olmak zorundadır. Devlet ya da egemen sınıf ister bir ideolojinin elinde olsun isterse saf bir iktidar biçimi olarak karşımıza çıksın, kurallar oluşturacaktır ve bu kuralları uygularken tamda cezalandırma sistemini kullanacaktır ki bunun yanı sıra bu bir şiddet usulü içerir. Hukukun kendisine bizzat şiddet diyebilir miyiz? Gerek aile ve ev içi şiddeti gerek bunun toplumsal boyutunu ve ideolojik olarak tüm farklı gruplar açısından ne yönde durduğunu göstermeye çalıştıktan sonra bizzat şiddetin kendisi üzerine durarak onu açımlamaya çalışacağım. Bunu yaparken de Descartes’in herşeyi sıfır noktasına çekip tekrardan başlaması gibi felsefi bir yöntemle yaklaşmayı düşünüyorum. Yani bir kuşkucu ele alım ve bunun üzerine ikinci bir metod ile eleştirel yaklaşımla. Yani şunu demek istiyorum ki;
“bir şiddet eleştirisinin görevi, şiddetin hukuk ve adaletle ilişkisini ortaya koymaktır. Çünkü müessir bir sebebin kelimenin veciz anlamıyla herhangi bir biçimde şiddete dönüşmesi, ahlaki ilişkilere nüfuz etmesi sayesinde gerçekleşir. Şiddet ve ahlak arasındaki ilişkinin çerçevesi, hukuk ve adalet kavramları tarafından çizilir.”[19]
            Yukarıda değindiğimiz şeylerin bir özeti mahiyetinde de görebilecek bu alıntı, tüm ahlaki eşcinsellik, toplumun ürettiği kadın ve erkek rolleri ve de fahişelik tam da ahlakın ve çeşitli ideolojilerin bünyesinde gerçekleşen olgulardır. Bin yıllar boyu mitler, dinler ve genel ahlak buna ön ayak olmuştur. Ve tam da cezalandırma çerçevesi içerisinde şiddetle bireyleri karşı karşıya bırakmış ve hukuk tüm bu alana hâkim olmak istemiştir. Şimdi bir göz atacak olursak tarihe; tüm ahlaki, dinsel ve kuralsal açılardan bunların kendilerinde barındırdıklarının dışında yeni bakış açıları gelişirse bu onların yıkılmasına ve ya özlerini kaybetmelerine ya da yeni bir egemen kurallar bütününe yerini bırakır. Anlaşılacağı üzere hukuk şiddet uygularken devrimin ya da devrimci bir şiddetin kendisine karşı koymasını engellemek ister ve tüm şiddeti kendinde barındırır. Anlaşılacağı üzere;
“hukukun şiddet tekelini bireye karşı ele geçirmekteki menfaati, hukuksal amaçların korunması saikiyle değil, hukukun salt kendisini koruma saikiyle açıklanabilir; hukuk dışındaki şiddetin, ulaşılmak istenen amaçlar dolayısıyla değil, bu şiddetin salt hukuk dışında olması nedeniyle hukuku tehdit ettiği saptamasıyla.”[20]
            Bu nedenle hem aynı gün tüm kuruluşların grevine müdahale edilir hem de hukuksal açıdan bunların önü kesilir ki burada ki en büyük görev devletin ve hukukun kendini koruma görevi olan polise verilir. Dolayısıyla “şiddetin sözü edilen birinci işlevine, hukuk kurma denecek olursa, ikinci işlevine de hukukun korunması denebilir.”[21] Yani bir yandan kaos(chaos) ve çatışma(brush or conflict) hukuku kurucu bir temel oluştururken ikinci olarak kendisini de koruma altına almak ister. Çünkü bu iki temel bir süre sonra dialektik bir işlem görür sistem kurucusu olduğu sistem içerisinde ve onu dönüşüme ya da yıkıma uğratır. Walter Benjamin’ e göre;
“hukuk kurma şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız değildir, şiddete bağlı bir amacı zorunlu biçimde ve içrek olarak, iktidar adı altında hukuk biçiminde ortaya koyar, dar anlamda doğrudan hukuk kurucu şiddete dönüştürür. Hukuk kurmak, iktidar kurmaktır, bu anlamda şiddetin dolaysız tezahür ediş eylemidir. Adalet ilahi amacın ilkesiyken, iktidar mitik hukuk kurma ilkesidir.”[22]
            Benjamin’in bu sözleri baştan aşağıya şiddetin zaten hukukla içreklik taşıdığını bunu elinde bulunduran iktidarın ise belli bir kesimi temsil ettiğini öyle değilse bile iktidarın kendisinin zaten başlı başına bir kesim olduğunu göstermektedir. İnsanların yaşayışlarından çıkan bu hukuk temsili şiddetin de insanların yaşam tarzlarında bulunduğunu da ima etmektedir. Ve insanlar eğer ki bu hukuk kurallarının ihlaline yönelirse o hukukun içerisinde bulunan içrek şiddeti açık bir şekilde görmüş olur. Genelde grevler bunun en bariz şekilde görüldüğü andır. Eğer bu eylem sürekli olursa ya iktidar değişir ya da devlet sistemi yıkılabilir. Kesin olan bir şey var ki geçerli olan hukukun gideceğidir. Tam da bu yüzden bu tür durumlara karşı kendisini de koruma altına alır. Burada genel olarak Benjamin tarafından ifa edilen şey; gerek kurucu gerekse hükmeden şiddetin varolduğu dur. Jacques Derrida ise hukuku yasa ile ve yasayı adaletle ilişkilendirerek meseleyi güce ve gücü ortaya koyan dile getirir. Hatta şunu söyler;
“başlangıçta güç olmuş olacaktır(il y‘aura eu la force) şeklindeki başlangıç deyişiyle zorunlu olarak çelişmez. Düşünülmesi gereken şey, dilin ta kendisi içerisinde, dilin özünde en mahrem olanın içerisinde, hatta dilin mutlak bir biçimde yatıştığı hareketin içerisindeki gücün bu işleyişidir öyleyse.”[23]
            Burada gücün kendisini direkt olarak dilde ortaya koyduğu görülmektedir ve otorite de gücün bulunduğu eldir. Hukuk ise işte bu gücün etkisindedir Derrida’nın yorumuna göre. Hukuk bu otoritenin elindedir. Çünkü hukukun ait olan karar ve kanunları yorumlama gücüne sahiptir otorite. Dolayısıyla adalette bu hukukun içerisinde ki yorumlara göre şekillenmeyecek mi? Hiçbir milletvekili ya da bakan ben adaletsizlik yaptım ya da suç işledim der mi? Daha geniş anlamda zaten hukukun yorumlanışını onlar yaptığına göre, ya da ahlakçılar açısından bakarsak bir ahlakın yorumunu kendisi yaptığına göre elbet yorumlamasının içerisinde birisi hukuksuzluk dolayısıyla diğeri de ahlaksızlık yapmamış olacaktır. Özellikle ortaya koyacakları adalet, hukuk ve ahlak kuralları gibi kavramların yorumları ise onlar hiç suçlanabilir mi? Suçlanamaz mı? İşte o paradoksa girebilmek mümkün mü? ‘hey Napolyon sen bir özgürlük için bir özgürlüğü aldın’ dersek bize ne söyler sizce? Ya da Kierkegaard’ın bıraktığı yere bakacak olursak ‘İbrahim bir iman şövalyesi mi, yoksa bir evlat katili mi? Ya da Napolyon bir özgürlük şövalyesi mi, yoksa bir kral katili mi? Nasıl ki İbrahim adını tüm dillere yazdırdı ise adını ve yeni bir kültürlenme biçimi yarattı ise, Napolyon da aynı şekilde bir yeni özgürlük alanı açtı. Dolayısıyla
“otoritenin kökeni, kurma ve ya temel, yasanın koyulması; bunlar da temelsiz bir şiddetten ibarettirler, çünkü bunlar tanım gereği, son kertede yalnız ve yalnız kendilerine yaslanabilirler. Onların kendilerinde, yasadışı ve ya gayrimeşru anlamında, adaletsiz olduklarını söylemek değildir bu. Kurucu anlarında onların ne yasal olduklarını söylemek değildir bu ne de yasal olmadıkları söylenebilir.”[24]
            Ama hukukun adaletle aynı şey olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Çünkü ‘adalet nedir’ in hesabı ve ya ölçüsü verilemez. Hukuksa belli momentleriyle ele alınabilecek ve ele geçirilebilecek birşeydir. Ayrıca çok adil olabiliriz ve ya hiç adaletli olmadan da hukuku koruyabiliriz ki, hukuku koruma adına şiddetin en bariz şekilde görüldüğü alanlardan birisi burasıdır. Adalet tarihsel bağlam içerisinde bile ele alınsa özne ve diğer özne veya Hegel’ in diliyle özne ve nesne arasında ki bir ilişki ile ele alınırken, hukuk bir otoriter ve irade meselesidir. Ve biz adaleti ele aldığımız da hangi anda olursak olalım onun sorumluluğunu ele alırız. Oysa hukukun sorumluluğunu almamıza gerek yoktur ve bir kez kurulduktan sonra artık kendisini korumak adına her türlü hamleyi yapması onun için mubahtır.
“Bildiğiniz gibi birçok ülkede, geçmişte olduğu gibi bugün de, yasayı kuran ve ya devlet hukukunu dayatan şiddet tarzlarından biri devlet hukukunu dayatan şiddet tarzlarından biri devlet tarafından yeniden gruplaştırılmış ulusal bir dil empoze edilmesi olmuştur.”[25]
            Şimdi şunu daha iyi anlayabiliriz ki tarihsel süreçler içerisinde gruba dâhil olmayan daima azınlık olarak kalmış ve çoğunluk ta kendisini o azınlığa dayatmıştır. Demokrasilerde de eğer egemenlik belli bir ideolojik grup eline geçerse işte yine bu azınlığa tahakküm etme söz konusu olur. Ayrıca zaten hukukun kendisi otoritenin tahakkümüdür. Dolayısıyla “hiçbir anda, hiçbir şimdide bir kararın adil, saf bir biçimde adil(yani özgür ve sorumlu) olduğu söylenemez, ne birinin adil olduğu söylenebilir ne de hatta ‘ben adilim’ denebilir. Adil yerine yasal veya meşru, bir hesabı yetkilendiren bir hukuka, kurallara ve uzlaşımlara uygun denebilir, ama bu hukukun kurucu kökeni adalet sorununu geriye itecektir yalnızca.”[26] Yani bu durumda hukuku uygulayıcı ve yorumlayıcı güçte doğal olarak hiç illegalleşmeyecek ve yasal olanı yapacaktı. Çünkü her durumda yasayı yeniden yorumlama gücünü elinde barındıran odur. O halde tekrar soracak olursak adalet hukukla birlikte mi ele alınmalıdır? Ya da adalet hukukun içerisinde bir yere konumlanabilir mi? Ya da adalet başka bir yer de mi konumlanmalı?
“ ‘Belki de’ adalet için her zaman belki demek gerekir. Adaletin istikbali vardır ve ancak olay mümkünse, olayda bir şeyler hesabı, kuralları, programları, öngörüleri, vb. aştığı ölçüde adalet vardır. Adalet mutlak başkalık deneyimi gibi, sunulamazdır, ama olayın şansı ve tarihin imkânı da budur. Elbette, söz konusu olan ister toplumsal tarih, isterse de ideolojik, siyasal, hukuksal, vb. tarih olsun, tarih sözcüğünü kullandıkları zaman neden söz ettiklerini bildiklerini sananlar için şüphesiz, tanınamayacak kadar değişmiş bir tarih bu.”[27]
            Bura da yorumlamaya ve güce verdiği bu yer ile Direk’ in* de dile getirdiği gibi Derrida Nietzsche etkisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Tarihin ve yaşamın yorumlanışı ve otoritenin gücünün şeylere, kavramlara, vb. ad vermeden gelmesi, hukukun kendi uyguladığı şiddeti de tam olarak yasal olarak adlandırılmasına değinmemizi olağan kılacak yerdir. Derrida Benjamin’ in iki şiddet kavramını ise birinci olarak “hukuku yerleştiren ve ortaya koyan kurucu şiddet(die rechtsetzende Gewalt)”[28] ve ikincisini ise “hukukun sürekliliğini ve uygulanırlığını güvence altına alan, elde tutan ve doğrulayan muhafaza edici, koruyucu şiddet(die rechtserhaltende Gewalt)”[29] olarak anladığını söylüyor. Ve Derrida bir şeyi daha ileri sürüyor ki Benjamin de de benzer olarak buna rastlamıştık. Derrida’ ya göre hukuk bireysel şiddeti yasaklıyor ve bu onun bünyesinde varolan bir şey olduğunu söylüyor. Oysa Benjamin de tam da kendi koruma adına yapıyordu bunu hukuk. Benjamin’in dediği kurucu ya da mistik hukuk,
“yerleşik hukuku başka bir hukuk kurmak için kesintiye uğratır. Bu, askıya alma anı, hukukun bu kurucu veya devrimci anı, hukukun içinde hukuk olmayanın örneğidir. Ama bu aynı zamanda hukukun tüm tarihidir. Bu an her zaman bir mevcudiyette yer almış ve hiçbir zaman bir mevcudiyette yer almamıştır.”[30]
            Dolayısıyla tüm grev anları mistik hukukun zamanını ona yeterince verirse yeni bir hukuk doğar. Eğer vermezse bu karşılıklı şiddet bir kurucu değil vasatlıkla ve eski hukukun daha da şiddetle tahakkümüne yol açabilir. Çünkü her eski hukuk için kendi şiddeti yasallık içerir. Az önce kendisine karşı yapılan şiddet türünün olduğu gibi bir illegal özellik barındırmaz. Hukukun içerisinde ölüm cezası bile yasallık barındırır ki bu yasallık yasal olmayan hale gelirse işte bunu “hukukta çürümüş bir şey olduğu”[31]şeklinde yorumlanabilir. Çünkü kendisi için en uç şekilde doğaya olan bir tahakküm şeklidir ölüm cezası ve bu cezanın kalkması demek doğa ile ilişiğinin kopması demektir hukuk açısından. Kavranılacağı üzere Derrida için şiddet hukukla beraberdir. Ve hukuk otoritenin kendisidir. Öyleki otorite şiddeti elinde tutan güçtür. ‘Dolayısıyla şiddetle başlar ve şiddetle biter’.
“Ona egemen adı verilir. Gizlice. Kendisini adlandırdığı için ve egemence kendini adlandırdığı yerde, egemendir. Kendi kendisini adlandırır. Egemen bu kökensel adlandırmanın şedit kuvvetidir. Mutlak ayrıcalık, sonsuz imtiyaz. İmtiyaz her adlandırmanın koşulunu verir. Başka hiçbir şey söylemez, kendisini sessizce adlandırır o halde. Addan başka, addan önce adın saf adlandırışından başka hiçbir şey tınlamaz öyleyse. Tanrının önadlandırışı, işte sonsuz kuvveti içerisinde adalet. İmtiyazla başlar ve imtiyazla biter.”[32]
            İşte bu yorumlayışın içerisinde yorumu kesmeye yönelik bir hareket vardır ki bu hareket durumu grevdir. Bir de süreğen haldeki hukuku ve hukukun yorumlanışını kesen bir hareket görürüz. İşte bu hareket te ‘olağanüstü hal’dir. Öncelikle şiddet çerçevesinde gezinerek grevi açıklamaya çalışacağım. “Grev bir eylemsizliktir”[33] bu şekilde bir grev hiçbir eylemin bulunmaması durumu ve saf bir duruş ve şiddetin olmama durumunu simgelemektedir. Bu eleştirel yaklaşım olan genel grev hukuksal şiddeti ortadan kaldıracak nitelikteki bir eylemsizlik halidir.
“Dil gibi, saf araç olarak grev de şiddete dayalı değildir, ne zorlamadır ne de sıkıştırmadır, ne araçtır ne de dönüştürülecek güç ilişkilerine dair bir öngörüdür; aksine saf dolaylılığı içinde de devirmenin kendisidir: bu tür bir grevin neden olmaktan ziyade gerçekleştirdiği bir devirme”[34]ve “bir araç olmayan tek siyaset. Proleter greviyle, pozitif hukukun hükümranlığının askıya alınışıyla, dilin iletişimsel yapısı, toplumsalın bizzat kendisi, tarihsel olarak ortaya çıkacak ve başka bir tarih başlayacaktır.”[35]
Böylelikle şunu görüyoruz ki genel manada bir eylemsizlik, içerisinde süreci önemsemezcesine bir şekilde devamilik içeriyorsa bu sistemin tüm kurallarını şiddetsiz olarak uygulamadan kaldırma hareketinden başka bir şey değildir. Fakat şimdi buradan yeni bir hareket doğar mı, yani eylem haline geçiş yeni bir hukuk gerektirir mi? İnsanlık tarihinde böyle bir durum olabilir mi? Tam olarak belirsizlik içerisindedir. Tüm insanlığın durup hiç bir şey yapmıyoruz demesi beklenebilir mi? Grev zamanlarında ya yeni bir otorite gelip durmuştur ya da eski otorite kaldığı yerden devam etmiştir. Fakat burada sormak istediğim bir soru var; böyle bir durum karşısında mevcut hukuk düzeni neyi gerektirir ya da eylemsizlik durumuna ya da herhangi bir grev anında ya da hukuka aykırılık anın da hukukun yorumlayıcıları ne yapar? Otorite egemenliğini nasıl bir noktada tutar? Burada egemen mevcut hukuk düzenini korumak için özel hal halini mevcudiyete getirir. Böyle bir durumda ise hem yasal hem de yasal olmayan bir durumla karşı karşıya kalırız. Yasaldır çünkü mevcut hukuk düzenini korumak içindir ve egemenin en büyük sorumluluğu da hukuku koruma adınadır. Öte yandan siyasal bir harekete girişir ki bunun nedeni de hukuku askıya almıştır çoktan.
“Dışarıda olmak ama ait olmak; işte olağanüstü halin topolojik yapısı budur ve istisnaya karar veren egemenin varlığı mantıksal olarak bu yapıya göre tanımlandığı içindir ki bir ‘esrime-aidiyet’ zıtlığıyla da nitelendirilebilir.”[36]
            Olağanüstü hal durumunda yasa olmamasına rağmen bir yasasal işleyiş de mevcuttur. Yani bu yasasızlık durumu kendi içerisinde bir yasa-varlık durumu barındırmaktadır. Burada egemen gücün yorumlama yeteneğini devreye soktuğunu ve Derridacı bir biçimde yorumlarsak her hâlükârda illegal bir legallik söz konusudur. Yani egemenin yorumuna göre egemen zaten yasal olanın kendisidir. “Yasalar ne uygulanır ne de ihlal eder, tıpkı yeni bir yasa yaratma sürecinde olmaması gibi” der Giorgio Agamben. İşte bu paradoksta fark edilen nokta şudur ki aslında Agamben isteyerek veya istemeyerek te olsa dikkati oraya çekmiştir; dolayısıyla Benjamin’e göre yasanın ilk kurucu anı şiddet anıdır ki o halde Agamben bu paradoksal hali onunla denk tutarak olağan üstü halinde bir şiddet anı olduğunu bize ifa etmiştir.
            En genelinde bakıldığında devletin iç düzenin de hukuk işliyordur ki hukukun egemenin yorumu olduğunu ele aldık detaylı bir şekilde. Fakat şunu da ifade etmek gerekir ki devletin tüm organizması ya da faaliyet gösteren tüm işlevsel aygıtları hukukla hareket halinde işlemektedir ve hukuk ta bir yorumlama olduğuna göre bu devletin içerisinde ki hiyerarşinin bir yorumlama hiyerarşisi olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak yorumlamanın devlet elinde ve hukuksal zeminde ele alındığında şiddetin kendisi olduğunu gördük. O halde şöyle diyebilir miyiz; devletin içerisinde ki hiyerarşi bir şiddetler hiyerarşisidir? Cover’ in sözlerine kulak kesilecek kadar cesaretli olursak, şöyle der;
“Örgütlü şiddetin faili ve kurbanı, birbirinden acı verici derecede farklı olan önemli deneyimler yaşayacaktır. Fail açısından, acı ve korku uzak, gerçekdışı ve çoğunlukla paylaşılmayan şeydir. Dolayısıyla bunlar neredeyse hiçbir zaman yorumlayıcı yapının bir parçası değildir. Diğer yandan, şiddeti dayatanlar açısından gerekçelendirme önemli, gerçek ve dikkatlice hazırlanmıştır. Kurban açısından da, tersine katlanılan acıya ve korkunun ezici gerçekliğine oranla şiddetin gerekçesi gerçekliği ve önemi bakımından çok daha geridedir.”[37]
            Sonuç
            Her geçen gün bir çocuk daha ölüyor ve her çocuk dünya hukuksal düzeninde egemen kesimin ağzından çıkan bir iki cümleye bakıyor. Tüm yasalar yorumlanıyor ve her yasa bizde bir insan kaybına neden olabiliyor. Dünya tarihinde gerek mitsel şiddetin ilk yasayı ortaya çıkarıcı olarak görülürse o andan bu güne kadar bakalım; ister tüm tarihi parçalara bölerek birer birer bakalım ister Nazi Almanya’sında Yahudilere bakalım ister İsrail baskısı altında olan Filistin halkına bakalım, şiddetin her daim hayatımız da olduğunu görebiliriz.
            Bazen o kadar uzağa gitmemize de gerek yoktur, tam yanımız da dokuz yaşında bir kıza tecavüz edildiğini de görüyoruz, ya da bir erkek çocuğuna. Ev içi şiddetleri, önce kadının tüm yaşam haklarının ev içine sıkıştırıldığı sonra o ev ortamında ev içi tecavüze maruz kaldığı, bunlar yanı başımızda. İŞİD ’in sırf kendi ideolojik düşünce dünyası uğruna bu dünyaya kaç insan gözünü kapamadı ki? İşte dünya tam da bunun oluşumuna ön ayak olan hukuksal yönetimlerde değil midir?
“Yönetsel diye diye de nitelendirilebilecek tüm mitik, hukuk kurucu şiddet soysuzdur. Aynı şekilde buna hizmet edip hukuku koruyan, yönetilen, yönlendirilen şiddet soysuzdur. Kutsal infazın alameti ve mührü olan, ama asla aracı olmayan ilahi şiddet ise hükmeden şiddet olarak adlandırılabilir.”[38]
Ne yapabiliriz belki tüm soysuzluğun kendisine karşı? Şiddetsiz kalmak yani genel bir eylemsizlik halinde olmak mı gereklidir? Ya da Marx ve Engels’in ortaya koyduğu gibi marxsizmin dünyada var olacağı ve mülkiyetin değil eşitliğin olacağı zamanı mı beklemeli? Tüm sistemi durdurmak mı gerekli şiddetin durması için? Ya da Nietzsche’nin gözüyle bakarsak, bizde ‘realiteyi görebilecek insanları’ gelişini mi beklemeliyiz? Ya da harekete mi geçmeliyiz onların dediğini gerçekleştirmek için? Bizler birer ‘Rachel Corrie’ mi olmalıyız yoksa? Olabilir miyiz? Olmamız gereken kişi ya da olduğumuz kişinin kim olduğunu bulabilir miyiz? Şiddete dur diyebilir miyiz? Hiçbir şekilde mutlak huzurun olacağının garantisini veremesek te benim inandığım bir şey var; ‘hiçbir çocuğun ölmediği bir dünya da yaşayabiliriz’ en azından. Ama öncelikle kendimize şiddet uygulamayı bırakmalıyız kendimizle ebedi barışı sağlamalıyız, sonra bir bir yakınımızda ki insanlarla. Herkes şiddete asker olacaksa bile biz şiddete karşı durabilmeliyiz? Ve bilmeliyiz “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” şiddeti ve yasayı dışlayan medeni siyaset hayaliyle hala güncelliğini korumaktadır.”[39] Bunun için de öncelikle laik bir siyaset alanı lazım gelmektedir. Çünkü fikirler, her türlü fikirler tartışılmalı fakat hiçbir fikir insan üzerinde tahakküm kurmamalıdır. Bunun içinde her türlü ideolojik ya da tahakküm oluşturucu zeminden uzak bir zemin gereklidir ve bu teminatı sağlayan zeminde laiklik zeminidir.
Kaynakça
1)      Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2003.
2)      Liberal Hukukun ve Devletin Sınırları, haz. Bora Erdağı, Ankara: NotaBene Yayınları, 2015.
3)      H.L.A. Hart, Hukuk, Özgürlük ve Ahlak, çev. Erol Öz, Ankara: Dost Kitabevi, 2015.
4)      Berke Özenç, Hukuk Devleti, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.177, 2014.
5)      Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, İstanbul: Metis Yayınları, 20104



[1] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara: Siyasal Kitabevi, ss.137 2003.
* Kaos(chaos) ve çatışma(brush or conflict).
[2] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, ss.141.
[3] A.g.e, ss.151.
[4] A.g.e, ss.155.
[5] A.g.e, ss.158.
[6] A.g.e, ss.181.
[7] A.g.e, ss.187.
[8] A.g.e, ss.194.
[9] A.g.e, ss194.
[10] A.g.e, ss.275.
[11] A.g.e, ss.276.
[12] A.g.e, ss.310.
* Tüzel kişi.
[13] Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, ss.175, ss.176.
[14] Liberal Hukukun ve Devletin Sınırları, haz. Bora Erdağı, Ankara: NotaBene Yayınları, ss.29, 2015.
[15] A.g.e, ss.43.
[16] A.g.e, ss.47, ss.48.
* Wolfenden Komitesi
** Robert of the Committee on Homosexual Offences and Prostution(CMD247)1957.
*** Eşcinsellik ve fahişelik.
[17] H.L.A. Hart, Hukuk, Özgürlük ve Ahlak, çev. Erol Öz, Ankara: Dost Kitabevi, ss.23, 2015.
[18] Berke Özenç, Hukuk Devleti, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.177, 2014.
[19] Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, İstanbul: Metis Yayınları, ss.19, 20104.
[20] A.g.e, ss.23.
[21] A.g.e, ss.26.
[22] A.g.e, ss.36.
[23] A.g.e, ss.54.
[24] A.g.e, ss.59.
[25] A.g.e, ss.68.
[26] A.g.e, ss.71.
[27] A.g.e, ss.77.
* Zeynep Direk, Yasa Adalet ve Siyaset, Şiddetin Eleştirisi Üzerine’ in içerisinde.
[28] Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, ss.88.
[29] A.g.e, ss.88.
[30] A.g.e, ss.95.
[31] A.g.e, ss.103.
[32] A.g.e, ss.126.
[33] A.g.e, ss.154.
[34] A.g.e. ss.155, ss.156.
[35] A.g.e, ss.156.
[36] A.g.e, ss.168.
[37] A.g.e, ss.213.
[38] A.g.e, ss.42.
[39] A.g.e, ss.312.

Yorumlar

Popüler Yayınlar

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

"ŞAHANE BİR ŞEY YAŞAMAK"

KÖPEK KATLİAMI BİR ÇÖZÜM MÜDÜR?