LİNÇ ve ŞİDDET KÜLTÜRÜNÜN ANLAŞILMASI ÜZERİNE
ÖZET
Hayatımızın her
yerinde karşımıza çıkan şiddeti tabii hukuk ve pozitif hukuk tarafından nasıl
ele alabiliriz? Tarihi bir sahne içerisinde şiddeti nasıl değerlendirebiliriz?
Şiddet en çok nerelerde karşımıza çıkmaktadır? Yaşam alanımızı belirleme
konusunda şiddet nasıl bir belirleme etkisine sahiptir? Şiddetin varlığını
kaçınılmaz olarak kabul etmek zorundayız, çünkü istesek te istemesek te
karşımıza çıkmaktadır. Peki, bu nasıl oluyor? Diyelim ki oluyor. Şiddet nasıl
engellenebilir ya da engellenebilir mi? Toplumun oluşturduğu sistemlere bakacak
olursak en mikro halinden en makro halinin içinde şiddeti nasıl ele alabiliriz?
Yani şiddet, devlet ile beraber nasıl ele alınmalıdır ve devletin birer oluşum
parçası olan devlet içi toplumsal ahlak anlayışı, aile ve toplumun
etkileşiminin kendisini oluşturan ilişkiler bazında nasıl değerlendirilebilir?
Bunu görmek için öncelikle tabii hukuk ve pozitif hukuku anlamaya ve onlarla
beraber, bir arada yaşayan topluluklar da şiddetin nasıl bir yere oturduğunu
göstermeye çalışacağım.
Anahtar Kavramlar:
Doğal hukuk, pozitif hukuk, ahlak, aile, devlet ve şiddet.
THE CULTURE of LYCHİNG
and VIOLENCE ON THE APPEAR
ABSTRACT
How
do the naturel law and the positive law evaluate the violence in all of our
life? How do we evaluate in scene which is in history? Where do we come across
with the violence? How does the violence affect our life? There is violence and
we have to notice it. Because when we want in time, there is it. When we don’t
want, there is it. How do happen this? Can we avoid it? Else how can it
avoided? We should look all of system of society. How do we see they who are in situation of
micro than in situation of macro, when we look to them? That is to say, how the
violence evaluated with the community? And can we evaluate it in relation who
is between the community and morals and society? I will try to seeing all my told for this.
Also I will search where to the violence in communities and I will try to
seeing how to the violence have location.
Key Words: the naturel law, positive
law, morals, family and violence
Giriş
İlk olarak şunu
dile getirmek gerekir ki hukukun nasıl ortaya çıktığının yanı sıra asıl önemli
olan hukukun nasıl bir işleve sahip olduğudur. Bunu yaparken ise tarih
sahnesinde önce doğal hukuk sonra da pozitif hukukun hukuk sınırlarını
belirlemesi sebebiyetiyle onları ele alarak konuyu ele derleyerek sunmaya
çalışacağım. Bilgileri sistematikleştirme ve geniş bir tartışma çerçevesinde
ele alan Yunan düşüncesine bakarsak bizi kolaylıkla bu amacımızın içerisine
soktuğunu göreceğiz.
“Tabi
hukuk okulu, hukuk felsefesi tarihinde önemli ve sürekli rolü olan bir düşünce
akımını temsil eder. Yunan düşüncesinde tabii hukuk, görünüşünde kaos ve
çatışma bulunan fakat düzen isteğini de taşıyan dünyayı akli ilkelere bağlamak
amacına yönelmiştir. Yunan düşüncesi, bu nedenle, tabiata göre adil olanla, geleneğe ve yazılı
hukuka göre adil olan arasında bir ayrım yapmaya çalışmıştır.”[1]
Burada ilk dikkati çeken iki kavram*
olacaktır ki, onlar bizi bir doğal kargaşa ortamından dolayı hukukun
gerekliliği fikrine götüreceklerdir. İnsanlar bir kargaşa durumundan kurtulmak
için Yunan düşünürlere göre aklını kullanma doğal durumunu kullanmışlardır.
Dolayısıyla hukuk aklın kullanılarak belli bir tür toplumsal sorunların insan
doğası gereği aşılma isteğinin kendisiyle beraber aşılmak istenmiştir.
Dolayısıyla birçok insan topluluğunun takılıp kaldığı konu bir arada yaşam
sürme zorunluğu ile beraber nasıl bir yaşam sürecekleridir. Nasıl yaşanmalı?
İşte bu konuda doğal hukuk devreye girer ve insanlar arası ilişkileri düzenleme
vazifesi ona aittir. Tam da buraya odaklandığımızda görürüz ki;
“doğal
hukuk kuralları yaptırımdan yoksun değildir. Onların yaptırımı vicdan azabı
şeklinde belirir. İnsani cezalar, yani pozitif hukukun uyguladığı cezalar
insanların eseridir. Ancak cezaları ve cezalandırmayı haklı kılan tabii
hukuktur. Belirli bir soruna pozitif hukukta çözüm bulunmazsa rahatlıkla tabi
hukuka başvurulabilir.”[2]
Dikkat edecek olursak doğal hukuk pozitif hukuku önceler
bir durumdur. O halde kargaşanın doğallığın eserimi yoksa doğallık dışı bir
durum mu olduğu gibi bir sıkıntı bizi karşılıyor gibidir burada. Bunu anlamak
için doğal hukukun nasıl şekillerde ele alındığına bakmamız gerekir ve oradan
da yorumsal bir şekilde pozitif hukuka nasıl geçildiğini anlamaya çalışmamız
gerekir. Protagoras’a göre her bir eylem, her bir akt ve her bir davranış ve
her şeye dair insana ait bir gözle yapılır. Bu konuda insan bize neyi
ispatlayabilir? Neden kargaşa, gürültü ya da şiddet ortamı olmasın ki? Yaşamak
için ve toplumsal hayatın devamı için. Çünkü insan iyi bir şekilde ve daima
iyiye giden bir şekilde ister. Neyi ister? İnsan yaşamayı ister. Bunun için
birbirleriyle olan ilişkilerinin her birinin yaşantısına bu dayanağımızı
sunacak şekilde olmalıdır. İşte bunun içinden de kanunlar doğar. Ama bu
kanunları kim belirliyor ve herkesin tamda bu sunumdan aynı oranda istediği
kadarını alma hakkına sahip mi? Kanunları kim belirliyor? İnsanlar birbirlerine
eşit mi? İnsanların eşit olması durumunu geçelim insanların topluluklar
oluşturduğunu ve bu toplulukların soyut sistemler ortaya koyduklarını ve ikiden
üçü türettiklerini, yani devleti görmemezlikten gelmemiz gibi bir şey söz
konusu olabilir mi? Yunan devletinde Platon ve Aristoteles zamanın da tam da
kültür insanların arasında ki kanunların sahiplerini ve kanunların işlevlerini
belirlemiyor muydu? Ve biz buna ne diyorduk? Yönetim mi? Yönetenler kimler?
“Sokrates,
bütün insanların zorlama olmaksızın inandırma yoluyla yönetilmeleri gerektiği
üzerinde duruyor. Hukuk devletinin ve devletin zorlama yoluna başvurmaksızın
varlığını sürdürmesine imkân olmadığı söylenebilir. Geçmişte kurulan ve bugün
mevcut bulunan her hukuk düzeni kendi kurallarının yürürlüğünü zorlama yoluyla
sağlamıştır ve sağlamaktadır.”[3]
Peki, tüm bu işletim ve işleyiş bir şiddet değil mi?
Şiddet tam da hukukun kendisini dayatması değil m, tıpkı bir babanın çocuğuna
kendisini dayatması gibi? Platon değil miydi sınıflar kuran ve bu sınıfların
doğaları gereği böyle olduğunu söyleyen? Peki, şimdi soruyorum hukuk kimin ve
hukuku kuranlar kimler? Ayrıca platon için; “amaç, hürriyet ve otorite arasında
bir denge sağlanmalıdır.”[4] Peki, bu otoritenin
getirdiği kanunlara uymayanlara ne olacak? Tüm bunlara daha sonra tekrar tekrar
gelmek üzere şimdilik soru işaretleriyle bırakıyorum bir kenara. Ayrıca tüm bu
soruların yanı sıra da neden kurallara gerek duyuyoruz ki? İşte Aristoteles bu
konuda bize ilk tabii hukuk yorumunu verecek: çünkü
“her
ailede mülkiyet göze çarpar. Mülkiyet aile kadar tabii bir kurumdur ve bu
kurumun devletçe gereklidir.”[5]
Şimdi tek tek hukukun içerisinde ki kavramlar doğal hukuk
çerçevesinden ellerimize ve akıllarımıza dokunmaktalar. Yani doğal hukuk bir
eşitsizlikler hukuku mudur? Bunun üstüne bir de bu eşitsizlik doğal bir şey
midir? İnsanın doğasında kaostan ve çatışmadan sonra bir de eşitsizlik mi onu o
yapan şeydir. Peki, tüm bunlara rağmen insanları bir arada tutan hukuk
kuralları nasıl değerlendirilmektedir? Tüm hukuk kuralları bir cezalandırma
sisteminden mi ibarettir. Hani bu yasak, o yasak vs. yasak. O zaman yasak
olmayan nedir? Ceza almayacağımız her bir durumu bize öğreten şey nedir? İşte bunu
bize öğreten şey sistemin kendisidir. Bir bakıma şöyle diyebiliriz ki toplumu
belirleyen ahlak kuralları, din kuralları ve şimdilerde pozitif hukuk
kurallarıdır. Bunlar bizlere kendilerini hayatın her sahasında dayatırlar.
Aralarında ki tek fark dönemsellik ve cezanın kuralları şekillendirme
biçimidir. Cezayı veren de devlettir, devleti yönetendir, yani egemen olan
kesimdir. Gerek ahlak, gerek kültür gerekse yazılı olan kanunlar insanlar
arasında ki bir tür sözleşme birbirlerine söz vermedir. Öyle ki;
“Hobbes’un
sosyal sözleşmesinin en önemli iki özelliği, devletin sözleşme ile bağlı
olmaması ve sözleşmeyi yapan fertlerin yalnız birbirlerine karşı değil, fakat
aynı zamanda üçüncü kişi durumun da bulunan devlet lehine taahhüde
girişmeleridir. Bu şekilde kurulan devleti Hobbes ‘barışın ve ortak savunmanın
sağlanması yolunda, kamu iktidarını kendi isteğine göre kullanmaya yetkili
tüzel kişi’ saymaktadır.”[6]
Şimdi tam bu noktadan görmemiz gereken şey bu tüzel kişi
neyi belirler? Sadece dışa karşı bir koruma mı sağlar yoksa içe doğru da bir
koruma sağlaması gerekir mi? Dışa karşı içi korurken içe karşı da kendi yönetim
tarzını koruması gerekmez mi ya da zaten öyle yapmıyor mu? İnsanlar arası
ilişkileri düzenlemenin onun işlevi olduğunu ve insanlar arası doğal durumun
çiğnenmesinin engellenmesini anlamıyor muyuz Locke’nin yorumlarından? Öyle ki
bu sosyal sözleşme;
“bazı
insanların tabii hukuku çiğneyerek, diğerlerinin hürriyet, kişilik ve malına
saldırma eğilimini göstermesi, dolayısıyla suç işleyenlerin cezalandırılmasını
sağlayacak bir organizasyonun kurulması isteği, sosyal sözleşmenin yapılmasına
neden olmuştur.”[7]
Ama Locke sadece bizi suç işleyenlerin cezalandırmasının
bir şiddet doğurup doğurmayacağı ya da insanların sahip olduğu ve benim dediği
şeylerin yani mülkiyetin korunması gerektiğini göstermiyor. Daha fazlasını
gösteriyor. Bireyin devlette yaşama ve kendisini gerçekleştirmesi için egemen
olanın yani devletin güçlerini dağıtmamız gerektiğini de gösteriyor. Yani,
devlet bireylerin bir araya gelerek oluşturdukları toplumun mutluluk teminatı
görevini üstlenmiş oluyor. eğer devlet bunun zıttı yöne getirirse durumu
devletin ya da yönetimin ilgası ve ihtilalin gerçekleşmesi gerekiyor. Daha
doğrusu toplum adına devlete karşı yapılan bu ihtilal doğal bir durumu karşılar
gibi duruyor? Ama bu da bir tür şiddet değil mi? Hegel felsefesinde Napolyon
özgürlük adına özgürlüğü yok etmiyor mudur? Devletin kendisi zaten bir şiddet
kurumu değil midir? Her ceza şiddete bir denklik düşme durumunda değil midir?
“insan
hür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur. Bir kimse kendini başkalarının
efendisi sanır ama böyle zannetmesi onların daha köle olmasına engel değildir.
Bu değişme nasıl olmuş? Bunu bilmiyorum, bunu meşrulaştıran nedir?”[8]
Hemen sonrasında devam edersek Rousseau’ya göre sosyal
sözleşme “üyelerinin her birinin canını malını ortak güçle koruyan öyle bir
toplum şekli bulmalı ki, orada her insan birleştiği halde yine kendi kalsın.”[9] Peki, neye göre nasıl
davrandığımızı belirleyen devletin kendisi tamda öyle davranmadığımız da neden
ceza hükmünü veriyor? Vermesi bir yana bu ceza hükmünün derecesi neye göre
belirleniyor? Her ceza bir şiddet değil midir? Aslında cezayı kimin vereceğini
belirleyen devleti hiyerarşik bir düzen bu hale getirmiyor mu? Hiyerarşinin böyle
bir konuma gelmesini sağlayan nedir? Bir babanın çocuğunun sırtına kaç adet
kayış vurması gerektiği belirsiz olduğu kadar bir devletin de suçlunun sırtına
indireceği şiddetin temsili cezanın ölçeği nedir? İşte bu sorular hep bir
noktada çözümsüz kalıyor ve bizi hep yeni hukuk arayışları içerisine sokuyor. İnsan
aklı ya da insanın doğası bizleri buralara kadar getirmiyorsa bizi buraya
getiren şey bu soruları sorduran nedir? İnsan doğasında değilse bu incelemenin
ve tarihselliğin içinde hukukun ilerlemesi, acaba deneyimsel ve ya insanın
soyut bir sistem oluşturma yeteneğinin sonucu olabilir mi? Yani bunu bundan
sonra pozitif hukuk çerçevesinde ele alırsam herhalde yanlış yapmış olmam.
“Pozitif hukukun özü ve içeriği sorunu tabii hukukçular için fazla önemli
değildir. Çünkü tabii hukukçular zaten pozitif hukukun egemen gücün
emirlerinden oluştuğunu zaten kabul ediyorlardı.”[10] Peki, o halde tüm
sorduğumuz soruların temeline tamda egemen gücün kendisini oturtamaz mıyız? Dolayısıyla
Bentham’ın gözleriyle hukuku görecek olursak; “insanların hukuka uymalarını
sağlamak için emir ve yasaklarla birlikte elem verici sonuçlarında belirtilmesi
gereklidir. Ceza yaptırımı olmaksızın hukuktan söz edilemez.”[11] Yani hukukun kendisi
egemen gücün kendisini dayatmasından başka bir şey değildir. Yani önceden bir
belirleyicilik bulunduruyor benliğinde hukuk ve bu tamda yönetimin benliğini
bulundurduğunu açıkça gösteriyor. Hukuku koyanları ya da hukukun kanunlarını
belirleyenleri düşünerek okuduğumuz da, Kelsen için;
“hukuk
bir normlar hiyerarşisinden başka bir şey değildir. İnsanların nasıl hareket
etmeleri gerektiğini gösteren hukuk normları sistematikleştirilebildikleri
takdirde, hukuk teorisi ödevini yerine getirmiş olacaktır. Tabiat bilimleri
alanında varlığı görülen tabiat kanunları olanı gösterdikleri halde, hukuk
normları olması gerekeni, daha doğrusu belirli şartlar ortaya çıktığında
insanların nasıl hareket etmeleri gerektiğini gösterir.”[12]
Olması gereken nedir? Olması gerekeni kim
belirlemektedir? Bunu belirleyen kesim hiç kuşkusuz ki yönetici kesimdir. Peki,
gerçekten bir üçüncü kişilik olan* devlet
kimdir? Bizi yönetenler ya da egemen güç kimdir? Hayatımızın neresine kadar
etkisini göstermektedir? Tüm buraya kadar doğal hukuk ve pozitif hukuk
çerçevesinde bunların kaynaklarının çeşitli yorumlarını ve elimizde ki tüm
soruların birer doğuş perspektiflerini görmüş olduk? Acaba asıl görmemiz
gereken şeyleri görebildik mi? Bundan sonra devletin mikro ve makro bir sistem
şeklinde bireyden devlete kadar ilişkiler bazında ele almam gerekiyor. Çünkü
şimdiye kadar toplumdan, bireyden kopmuş ve devletin bünyesinde olarak teorik
birer gözlem yapmış oldum. Şimdiden sonra ise bir yöntem değişikliği ile
devletin içinde bulunan yaşantıların, bireylerin, tolumun ve tüm bunların
devletle ilişkisine girmeye çalışacağım. Çünkü konunun asıl odak noktası olan
şiddetin hayatımız da ki yerini anlayabilelim. Öyle ki şiddeti devlet doğursa
da bir bakıma kişilerde doğururlar. Ayrıca şiddet sadece devletin ya da sadece
bireylerin değil, toplumun genelinin egemen olduğu her noktada işlerlik
kazanıyor olmasıyla incelenmek durumundadır. Hiç kimse bana dokunmayan yılan
yaşasın diyemez. Elbet dokunur ve dokunuyordur.
Devlet, Aile, Her
Bir Egemen Olma Koşulunda ve Birey Olabilme Bağlamında Şiddetin Hayatımızdaki
Yeri
Birey değince
tekiller şeklinde varolan insanlar nasıl geliyorsa aklımıza iki kişi deyince
birbirine karşı sorumlu bir insan çifti ve belki de aile olarak bir arada
bulunma durumunda ise aile ve aileler toplamı olarak toplum ve toplumu yöneten
ve yönetilen olarak ayırdığımız da halk ve ya çeşitli toplulukların bir araya
getirdiği bir toplum olarak halk ve egemen sınıf olarak halkı yönetme yetkisine
sahip siyasi iktidar aklımıza gelmektedir.
“Locke’nin
vurguladığı mülkiyet hakkı, yani herkesin emeğini katarak oluşturduğu ya da
elde ettiği şeyleri edinebilmesi hakkı ile modern döneme eşlik hak ve özgürlük
listesi şekillenir. Tüm bu düşünürlerin ortak özelliği ise, bireyi ve
bireylerin eşitliğini temel almalarıdır.”[13]
Şimdi eşitlik kavramıyla beraber her bir bireyin artık
devletin içerisinde bulunacağı yerin tartışılmasının gerektiğini bize
göstermektedir. Gerek özgürlük, gerek eşitlik her ikisi de bireyin devlet
içerisinde ki konumunu ve yerini belli eder. Fakat öte yandan da unutmamak
gerekir ki eşitlik diye birşeyden gerçek manada söz edebilir miyiz? Yani herkes
eşit midir? Şöyle diyelim ki; “eşitlik, bir yandan yurttaşlık kavramının
oluşması ve devlet açısından eşit muamele etme yükümlülüğü ile bir hak
kategorisi, diğer yandan genel anlamda hakları yatay olarak kesen bir
kavramdır.”[14]
Dolayısıyla eşit olma sınırsız bir özgürlüğün de kesilmesi anlamına
gelmektedir. Fakat pozitif hukuk açısından eşitlik çok daha farklı bir yere
koyulmak zorundadır. Gerek Aristoteles gerek Locke onların ötesinde Marx ve
Engels de içinde olmak üzere her biri eşitlik kavramını farklı şekillerde ele
alırlar. Biz şimdiki hukuk sistemini incelediğimiz de eşitlik karşımıza şekli
bir eşitsizlik çıkar. Ya da hukukun önünde eşitlik dediğimiz olgu. Fakat bu
eşitlik bize gerçek mana da bir eşitlik veriyor mudur? “Şekli eşitlik anlayışında hak özneleri
arasında ki farklılıklar dikkate alınmaksızın aynı olduklarının varsayılması ve
aynı hukuk normuna tabii tutulmaları söz konusuyken maddi eşitlik anlayışında
farklılıkların göz önünde bulundurulması esastır.”[15] Bu bize kapitalist sistem
içerisinde eşitlik kavramının hiçte eşitlikçi bir anlayış içermediğini
göstermektedir. Öyleki bu eşitlik iktidarın ve halkın arasında ki uçurumları
göremez ve tüm hukuk sistemi de zaten bunun görülmesini engellemek üzerinedir.
Öyle ki “eşitlik her durumda aynı hukuki durumlar arasında söz konusudur. Hukuk
felsefesine girmiş bir deyimle ‘eşitlerin eşitliği’ anlamındadır. Farklı
durumlarda olanlara, yani eşit olmayanlara, farklı kurallar uygulanması, yani
eşit olmayanların eşitsizliği eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz.”[16] Yani bunu örneklerle
açıklayacak olursak kapitalist düzen içerisinde zaten eşitler bir eşitlik
gösterirken mülkiyet sahibi olmayan ya da iki farklı sınıf arasında ki uçurum
çok büyüktür. O kadar büyük ki burada ev içi emeği görülmeyen kadınlar da
dikkat çekmektedir.
Ev içi tecavüze uğrayan kadının hukuk karşısında ne kadar
eşitliği vardır? Ya da Lgbt üyesi bireylerin hukuk karşısında ne gibi hakları
vardır? Onlar bireylerle eşit midirler? Eşcinsellerin hürriyetinden ya da bu
hürriyet için savaşan hukuki bir başarıdan söz edilebilir mi? Tüm bunların yanı
sıra ahlaki açıdan da psikolojik şiddete maruz bırakıldıkları gün gibi
ortadadır.
“Bu
komite*, Eylül 1957’de raporunu** sunmuş ve hukuk sisteminde her iki
konuda*** da bazı değişiklikler önermiştir.
Eşcinsellik bağlamında, on ikiye bir çoğunlukla, yetişkinler arasında rızaya
dayalı, aleni olmayan eşcinsel fiillerin artık suç olmaması gerektiği yolunda
görüş bildirmiştir; fahişelik bağlamında ise, oy birliği ile bizzat fiilin
yasadışı kılınmaması gerekse de alenen cinsel ilişki önermenin sıradan
vatandaşlara karşı rahatsız edici bir musibet olduğu gerekçesiyle, bunu
sokaklardan temizlemek için yasama işlemi yapılması gerektiği yolunda
tavsiyelerde bulunmuştur.”[17]
Anlaşılacağı üzere komite bir geçiş dönemi olarak
değerlendirilemez fakat tamda o tarihte hukukun ve hukuka sahip ideolojinin
dünyaya ve insana bakış açısını bize sunar. Hukukun getirdiği bir mülkiyet
vardır ve bu mülkiyet devlete ait gibidir. Yani kadınlar nasıl kocasına aitmiş
gibi görünüyorsa ve bu eril bakış çerçevesinde ev içi tecavüzün kendisi bir suç
ve şiddet sayılmıyorsa devlet te devletin tüm mülküne ve insanın emeğini
kullanmasına ve tamda o şekilden başka bir kullanma şekli sunmazken o şekilde
de kullanmasına engel çıkmaya çalışma çabasını görüyoruz. Eşcinseller ve
fahişeler hiç te insan olma haklarını yaşayamıyorlardır. Dolayısıyla
“kapitalist üretim biçimi, mülkiyet
hakkının ve mübadelelerinin hukuki yansıması olan sözleşme özgürlüğünün yanı
sıra eşit ve özgür hukuki öznelerin ortaya çıkışına zemin hazırlarken, yasa
önünde eşitliği de olanaklı kıldı”[18] demenin hiçbir mantığı
yoktur. Çünkü burada ki eşitlik bir eşitsizliğin kendini gizleme çabasından
başka bir şey değildir. Dolayısıyla artık elimiz de duran tek şeyin tüm bu
hukukun işlenmesi için gerekli olan yaptırımı görmek olmak zorundadır. Devlet
ya da egemen sınıf ister bir ideolojinin elinde olsun isterse saf bir iktidar
biçimi olarak karşımıza çıksın, kurallar oluşturacaktır ve bu kuralları
uygularken tamda cezalandırma sistemini kullanacaktır ki bunun yanı sıra bu bir
şiddet usulü içerir. Hukukun kendisine bizzat şiddet diyebilir miyiz? Gerek
aile ve ev içi şiddeti gerek bunun toplumsal boyutunu ve ideolojik olarak tüm
farklı gruplar açısından ne yönde durduğunu göstermeye çalıştıktan sonra bizzat
şiddetin kendisi üzerine durarak onu açımlamaya çalışacağım. Bunu yaparken de
Descartes’in herşeyi sıfır noktasına çekip tekrardan başlaması gibi felsefi bir
yöntemle yaklaşmayı düşünüyorum. Yani bir kuşkucu ele alım ve bunun üzerine
ikinci bir metod ile eleştirel yaklaşımla. Yani şunu demek istiyorum ki;
“bir
şiddet eleştirisinin görevi, şiddetin hukuk ve adaletle ilişkisini ortaya
koymaktır. Çünkü müessir bir sebebin kelimenin veciz anlamıyla herhangi bir biçimde
şiddete dönüşmesi, ahlaki ilişkilere nüfuz etmesi sayesinde gerçekleşir. Şiddet
ve ahlak arasındaki ilişkinin çerçevesi, hukuk ve adalet kavramları tarafından
çizilir.”[19]
Yukarıda değindiğimiz şeylerin bir özeti mahiyetinde de
görebilecek bu alıntı, tüm ahlaki eşcinsellik, toplumun ürettiği kadın ve erkek
rolleri ve de fahişelik tam da ahlakın ve çeşitli ideolojilerin bünyesinde
gerçekleşen olgulardır. Bin yıllar boyu mitler, dinler ve genel ahlak buna ön
ayak olmuştur. Ve tam da cezalandırma çerçevesi içerisinde şiddetle bireyleri
karşı karşıya bırakmış ve hukuk tüm bu alana hâkim olmak istemiştir. Şimdi bir
göz atacak olursak tarihe; tüm ahlaki, dinsel ve kuralsal açılardan bunların
kendilerinde barındırdıklarının dışında yeni bakış açıları gelişirse bu onların
yıkılmasına ve ya özlerini kaybetmelerine ya da yeni bir egemen kurallar
bütününe yerini bırakır. Anlaşılacağı üzere hukuk şiddet uygularken devrimin ya
da devrimci bir şiddetin kendisine karşı koymasını engellemek ister ve tüm
şiddeti kendinde barındırır. Anlaşılacağı üzere;
“hukukun
şiddet tekelini bireye karşı ele geçirmekteki menfaati, hukuksal amaçların
korunması saikiyle değil, hukukun salt kendisini koruma saikiyle açıklanabilir;
hukuk dışındaki şiddetin, ulaşılmak istenen amaçlar dolayısıyla değil, bu
şiddetin salt hukuk dışında olması nedeniyle hukuku tehdit ettiği
saptamasıyla.”[20]
Bu nedenle hem aynı gün tüm kuruluşların grevine müdahale
edilir hem de hukuksal açıdan bunların önü kesilir ki burada ki en büyük görev
devletin ve hukukun kendini koruma görevi olan polise verilir. Dolayısıyla
“şiddetin sözü edilen birinci işlevine, hukuk kurma denecek olursa, ikinci
işlevine de hukukun korunması denebilir.”[21] Yani bir yandan kaos(chaos)
ve çatışma(brush or conflict) hukuku kurucu bir temel oluştururken ikinci
olarak kendisini de koruma altına almak ister. Çünkü bu iki temel bir süre
sonra dialektik bir işlem görür sistem kurucusu olduğu sistem içerisinde ve onu
dönüşüme ya da yıkıma uğratır. Walter Benjamin’ e göre;
“hukuk
kurma şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız değildir, şiddete bağlı bir amacı
zorunlu biçimde ve içrek olarak, iktidar adı altında hukuk biçiminde ortaya
koyar, dar anlamda doğrudan hukuk kurucu şiddete dönüştürür. Hukuk kurmak,
iktidar kurmaktır, bu anlamda şiddetin dolaysız tezahür ediş eylemidir. Adalet
ilahi amacın ilkesiyken, iktidar mitik hukuk kurma ilkesidir.”[22]
Benjamin’in bu sözleri baştan aşağıya şiddetin zaten
hukukla içreklik taşıdığını bunu elinde bulunduran iktidarın ise belli bir
kesimi temsil ettiğini öyle değilse bile iktidarın kendisinin zaten başlı
başına bir kesim olduğunu göstermektedir. İnsanların yaşayışlarından çıkan bu
hukuk temsili şiddetin de insanların yaşam tarzlarında bulunduğunu da ima
etmektedir. Ve insanlar eğer ki bu hukuk kurallarının ihlaline yönelirse o
hukukun içerisinde bulunan içrek şiddeti açık bir şekilde görmüş olur. Genelde
grevler bunun en bariz şekilde görüldüğü andır. Eğer bu eylem sürekli olursa ya
iktidar değişir ya da devlet sistemi yıkılabilir. Kesin olan bir şey var ki
geçerli olan hukukun gideceğidir. Tam da bu yüzden bu tür durumlara karşı
kendisini de koruma altına alır. Burada genel olarak Benjamin tarafından ifa
edilen şey; gerek kurucu gerekse hükmeden şiddetin varolduğu dur. Jacques Derrida
ise hukuku yasa ile ve yasayı adaletle ilişkilendirerek meseleyi güce ve gücü
ortaya koyan dile getirir. Hatta şunu söyler;
“başlangıçta
güç olmuş olacaktır(il y‘aura eu la force) şeklindeki başlangıç deyişiyle
zorunlu olarak çelişmez. Düşünülmesi gereken şey, dilin ta kendisi içerisinde,
dilin özünde en mahrem olanın içerisinde, hatta dilin mutlak bir biçimde
yatıştığı hareketin içerisindeki gücün bu işleyişidir öyleyse.”[23]
Burada gücün kendisini direkt olarak dilde ortaya koyduğu
görülmektedir ve otorite de gücün bulunduğu eldir. Hukuk ise işte bu gücün
etkisindedir Derrida’nın yorumuna göre. Hukuk bu otoritenin elindedir. Çünkü
hukukun ait olan karar ve kanunları yorumlama gücüne sahiptir otorite.
Dolayısıyla adalette bu hukukun içerisinde ki yorumlara göre şekillenmeyecek
mi? Hiçbir milletvekili ya da bakan ben adaletsizlik yaptım ya da suç işledim
der mi? Daha geniş anlamda zaten hukukun yorumlanışını onlar yaptığına göre, ya
da ahlakçılar açısından bakarsak bir ahlakın yorumunu kendisi yaptığına göre
elbet yorumlamasının içerisinde birisi hukuksuzluk dolayısıyla diğeri de
ahlaksızlık yapmamış olacaktır. Özellikle ortaya koyacakları adalet, hukuk ve
ahlak kuralları gibi kavramların yorumları ise onlar hiç suçlanabilir mi?
Suçlanamaz mı? İşte o paradoksa girebilmek mümkün mü? ‘hey Napolyon sen bir
özgürlük için bir özgürlüğü aldın’ dersek bize ne söyler sizce? Ya da
Kierkegaard’ın bıraktığı yere bakacak olursak ‘İbrahim bir iman şövalyesi mi,
yoksa bir evlat katili mi? Ya da Napolyon bir özgürlük şövalyesi mi, yoksa bir
kral katili mi? Nasıl ki İbrahim adını tüm dillere yazdırdı ise adını ve yeni
bir kültürlenme biçimi yarattı ise, Napolyon da aynı şekilde bir yeni özgürlük
alanı açtı. Dolayısıyla
“otoritenin
kökeni, kurma ve ya temel, yasanın koyulması; bunlar da temelsiz bir şiddetten
ibarettirler, çünkü bunlar tanım gereği, son kertede yalnız ve yalnız
kendilerine yaslanabilirler. Onların kendilerinde, yasadışı ve ya gayrimeşru
anlamında, adaletsiz olduklarını söylemek değildir bu. Kurucu anlarında onların
ne yasal olduklarını söylemek değildir bu ne de yasal olmadıkları
söylenebilir.”[24]
Ama hukukun adaletle aynı şey olduğunu söyleyebilir
miyiz? Hayır. Çünkü ‘adalet nedir’ in hesabı ve ya ölçüsü verilemez. Hukuksa
belli momentleriyle ele alınabilecek ve ele geçirilebilecek birşeydir. Ayrıca
çok adil olabiliriz ve ya hiç adaletli olmadan da hukuku koruyabiliriz ki,
hukuku koruma adına şiddetin en bariz şekilde görüldüğü alanlardan birisi
burasıdır. Adalet tarihsel bağlam içerisinde bile ele alınsa özne ve diğer özne
veya Hegel’ in diliyle özne ve nesne arasında ki bir ilişki ile ele alınırken,
hukuk bir otoriter ve irade meselesidir. Ve biz adaleti ele aldığımız da hangi
anda olursak olalım onun sorumluluğunu ele alırız. Oysa hukukun sorumluluğunu
almamıza gerek yoktur ve bir kez kurulduktan sonra artık kendisini korumak
adına her türlü hamleyi yapması onun için mubahtır.
“Bildiğiniz
gibi birçok ülkede, geçmişte olduğu gibi bugün de, yasayı kuran ve ya devlet
hukukunu dayatan şiddet tarzlarından biri devlet hukukunu dayatan şiddet
tarzlarından biri devlet tarafından yeniden gruplaştırılmış ulusal bir dil
empoze edilmesi olmuştur.”[25]
Şimdi şunu daha iyi anlayabiliriz ki tarihsel süreçler
içerisinde gruba dâhil olmayan daima azınlık olarak kalmış ve çoğunluk ta
kendisini o azınlığa dayatmıştır. Demokrasilerde de eğer egemenlik belli bir
ideolojik grup eline geçerse işte yine bu azınlığa tahakküm etme söz konusu
olur. Ayrıca zaten hukukun kendisi otoritenin tahakkümüdür. Dolayısıyla “hiçbir
anda, hiçbir şimdide bir kararın adil, saf bir biçimde adil(yani özgür ve
sorumlu) olduğu söylenemez, ne birinin adil olduğu söylenebilir ne de hatta ‘ben
adilim’ denebilir. Adil yerine yasal veya meşru, bir hesabı yetkilendiren bir
hukuka, kurallara ve uzlaşımlara uygun denebilir, ama bu hukukun kurucu kökeni
adalet sorununu geriye itecektir yalnızca.”[26] Yani bu durumda hukuku
uygulayıcı ve yorumlayıcı güçte doğal olarak hiç illegalleşmeyecek ve yasal
olanı yapacaktı. Çünkü her durumda yasayı yeniden yorumlama gücünü elinde
barındıran odur. O halde tekrar soracak olursak adalet hukukla birlikte mi ele
alınmalıdır? Ya da adalet hukukun içerisinde bir yere konumlanabilir mi? Ya da
adalet başka bir yer de mi konumlanmalı?
“
‘Belki de’ adalet için her zaman belki demek gerekir. Adaletin istikbali vardır
ve ancak olay mümkünse, olayda bir şeyler hesabı, kuralları, programları,
öngörüleri, vb. aştığı ölçüde adalet vardır. Adalet mutlak başkalık deneyimi
gibi, sunulamazdır, ama olayın şansı ve tarihin imkânı da budur. Elbette, söz
konusu olan ister toplumsal tarih, isterse de ideolojik, siyasal, hukuksal, vb.
tarih olsun, tarih sözcüğünü kullandıkları zaman neden söz ettiklerini
bildiklerini sananlar için şüphesiz, tanınamayacak kadar değişmiş bir tarih
bu.”[27]
Bura da yorumlamaya ve güce verdiği bu yer ile Direk’ in* de dile getirdiği gibi Derrida
Nietzsche etkisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Tarihin ve yaşamın yorumlanışı ve
otoritenin gücünün şeylere, kavramlara, vb. ad vermeden gelmesi, hukukun kendi
uyguladığı şiddeti de tam olarak yasal olarak adlandırılmasına değinmemizi
olağan kılacak yerdir. Derrida Benjamin’ in iki şiddet kavramını ise birinci
olarak “hukuku yerleştiren ve ortaya koyan kurucu şiddet(die rechtsetzende
Gewalt)”[28]
ve ikincisini ise “hukukun sürekliliğini ve uygulanırlığını güvence altına
alan, elde tutan ve doğrulayan muhafaza edici, koruyucu şiddet(die
rechtserhaltende Gewalt)”[29] olarak anladığını
söylüyor. Ve Derrida bir şeyi daha ileri sürüyor ki Benjamin de de benzer
olarak buna rastlamıştık. Derrida’ ya göre hukuk bireysel şiddeti yasaklıyor ve
bu onun bünyesinde varolan bir şey olduğunu söylüyor. Oysa Benjamin de tam da
kendi koruma adına yapıyordu bunu hukuk. Benjamin’in dediği kurucu ya da mistik
hukuk,
“yerleşik
hukuku başka bir hukuk kurmak için kesintiye uğratır. Bu, askıya alma anı,
hukukun bu kurucu veya devrimci anı, hukukun içinde hukuk olmayanın örneğidir.
Ama bu aynı zamanda hukukun tüm tarihidir. Bu an her zaman bir mevcudiyette yer
almış ve hiçbir zaman bir mevcudiyette yer almamıştır.”[30]
Dolayısıyla tüm grev anları mistik hukukun zamanını ona
yeterince verirse yeni bir hukuk doğar. Eğer vermezse bu karşılıklı şiddet bir
kurucu değil vasatlıkla ve eski hukukun daha da şiddetle tahakkümüne yol
açabilir. Çünkü her eski hukuk için kendi şiddeti yasallık içerir. Az önce
kendisine karşı yapılan şiddet türünün olduğu gibi bir illegal özellik
barındırmaz. Hukukun içerisinde ölüm cezası bile yasallık barındırır ki bu
yasallık yasal olmayan hale gelirse işte bunu “hukukta çürümüş bir şey olduğu”[31]şeklinde yorumlanabilir.
Çünkü kendisi için en uç şekilde doğaya olan bir tahakküm şeklidir ölüm cezası
ve bu cezanın kalkması demek doğa ile ilişiğinin kopması demektir hukuk
açısından. Kavranılacağı üzere Derrida için şiddet hukukla beraberdir. Ve hukuk
otoritenin kendisidir. Öyleki otorite şiddeti elinde tutan güçtür. ‘Dolayısıyla
şiddetle başlar ve şiddetle biter’.
“Ona
egemen adı verilir. Gizlice. Kendisini adlandırdığı için ve egemence kendini
adlandırdığı yerde, egemendir. Kendi kendisini adlandırır. Egemen bu kökensel
adlandırmanın şedit kuvvetidir. Mutlak ayrıcalık, sonsuz imtiyaz. İmtiyaz her
adlandırmanın koşulunu verir. Başka hiçbir şey söylemez, kendisini sessizce
adlandırır o halde. Addan başka, addan önce adın saf adlandırışından başka
hiçbir şey tınlamaz öyleyse. Tanrının önadlandırışı, işte sonsuz kuvveti
içerisinde adalet. İmtiyazla başlar ve imtiyazla biter.”[32]
İşte bu yorumlayışın içerisinde yorumu kesmeye yönelik
bir hareket vardır ki bu hareket durumu grevdir. Bir de süreğen haldeki hukuku
ve hukukun yorumlanışını kesen bir hareket görürüz. İşte bu hareket te
‘olağanüstü hal’dir. Öncelikle şiddet çerçevesinde gezinerek grevi açıklamaya
çalışacağım. “Grev bir eylemsizliktir”[33] bu şekilde bir grev
hiçbir eylemin bulunmaması durumu ve saf bir duruş ve şiddetin olmama durumunu
simgelemektedir. Bu eleştirel yaklaşım olan genel grev hukuksal şiddeti ortadan
kaldıracak nitelikteki bir eylemsizlik halidir.
“Dil
gibi, saf araç olarak grev de şiddete dayalı değildir, ne zorlamadır ne de
sıkıştırmadır, ne araçtır ne de dönüştürülecek güç ilişkilerine dair bir
öngörüdür; aksine saf dolaylılığı içinde de devirmenin kendisidir: bu tür bir
grevin neden olmaktan ziyade gerçekleştirdiği bir devirme”[34]ve “bir araç olmayan tek
siyaset. Proleter greviyle, pozitif hukukun hükümranlığının askıya alınışıyla,
dilin iletişimsel yapısı, toplumsalın bizzat kendisi, tarihsel olarak ortaya
çıkacak ve başka bir tarih başlayacaktır.”[35]
Böylelikle
şunu görüyoruz ki genel manada bir eylemsizlik, içerisinde süreci
önemsemezcesine bir şekilde devamilik içeriyorsa bu sistemin tüm kurallarını
şiddetsiz olarak uygulamadan kaldırma hareketinden başka bir şey değildir.
Fakat şimdi buradan yeni bir hareket doğar mı, yani eylem haline geçiş yeni bir
hukuk gerektirir mi? İnsanlık tarihinde böyle bir durum olabilir mi? Tam olarak
belirsizlik içerisindedir. Tüm insanlığın durup hiç bir şey yapmıyoruz demesi
beklenebilir mi? Grev zamanlarında ya yeni bir otorite gelip durmuştur ya da
eski otorite kaldığı yerden devam etmiştir. Fakat burada sormak istediğim bir
soru var; böyle bir durum karşısında mevcut hukuk düzeni neyi gerektirir ya da
eylemsizlik durumuna ya da herhangi bir grev anında ya da hukuka aykırılık anın
da hukukun yorumlayıcıları ne yapar? Otorite egemenliğini nasıl bir noktada
tutar? Burada egemen mevcut hukuk düzenini korumak için özel hal halini
mevcudiyete getirir. Böyle bir durumda ise hem yasal hem de yasal olmayan bir
durumla karşı karşıya kalırız. Yasaldır çünkü mevcut hukuk düzenini korumak
içindir ve egemenin en büyük sorumluluğu da hukuku koruma adınadır. Öte yandan
siyasal bir harekete girişir ki bunun nedeni de hukuku askıya almıştır çoktan.
“Dışarıda
olmak ama ait olmak; işte olağanüstü halin topolojik yapısı budur ve istisnaya
karar veren egemenin varlığı mantıksal olarak bu yapıya göre tanımlandığı
içindir ki bir ‘esrime-aidiyet’ zıtlığıyla da nitelendirilebilir.”[36]
Olağanüstü hal durumunda yasa olmamasına rağmen bir
yasasal işleyiş de mevcuttur. Yani bu yasasızlık durumu kendi içerisinde bir
yasa-varlık durumu barındırmaktadır. Burada egemen gücün yorumlama yeteneğini
devreye soktuğunu ve Derridacı bir biçimde yorumlarsak her hâlükârda illegal
bir legallik söz konusudur. Yani egemenin yorumuna göre egemen zaten yasal
olanın kendisidir. “Yasalar ne uygulanır ne de ihlal eder, tıpkı yeni bir yasa
yaratma sürecinde olmaması gibi” der Giorgio Agamben. İşte bu paradoksta fark
edilen nokta şudur ki aslında Agamben isteyerek veya istemeyerek te olsa
dikkati oraya çekmiştir; dolayısıyla Benjamin’e göre yasanın ilk kurucu anı
şiddet anıdır ki o halde Agamben bu paradoksal hali onunla denk tutarak olağan
üstü halinde bir şiddet anı olduğunu bize ifa etmiştir.
En genelinde bakıldığında devletin iç düzenin de hukuk
işliyordur ki hukukun egemenin yorumu olduğunu ele aldık detaylı bir şekilde.
Fakat şunu da ifade etmek gerekir ki devletin tüm organizması ya da faaliyet
gösteren tüm işlevsel aygıtları hukukla hareket halinde işlemektedir ve hukuk
ta bir yorumlama olduğuna göre bu devletin içerisinde ki hiyerarşinin bir
yorumlama hiyerarşisi olduğunu göstermektedir. Buna bağlı olarak yorumlamanın
devlet elinde ve hukuksal zeminde ele alındığında şiddetin kendisi olduğunu
gördük. O halde şöyle diyebilir miyiz; devletin içerisinde ki hiyerarşi bir
şiddetler hiyerarşisidir? Cover’ in sözlerine kulak kesilecek kadar cesaretli
olursak, şöyle der;
“Örgütlü
şiddetin faili ve kurbanı, birbirinden acı verici derecede farklı olan önemli
deneyimler yaşayacaktır. Fail açısından, acı ve korku uzak, gerçekdışı ve
çoğunlukla paylaşılmayan şeydir. Dolayısıyla bunlar neredeyse hiçbir zaman
yorumlayıcı yapının bir parçası değildir. Diğer yandan, şiddeti dayatanlar
açısından gerekçelendirme önemli, gerçek ve dikkatlice hazırlanmıştır. Kurban
açısından da, tersine katlanılan acıya ve korkunun ezici gerçekliğine oranla
şiddetin gerekçesi gerçekliği ve önemi bakımından çok daha geridedir.”[37]
Sonuç
Her geçen gün bir
çocuk daha ölüyor ve her çocuk dünya hukuksal düzeninde egemen kesimin ağzından
çıkan bir iki cümleye bakıyor. Tüm yasalar yorumlanıyor ve her yasa bizde bir
insan kaybına neden olabiliyor. Dünya tarihinde gerek mitsel şiddetin ilk yasayı
ortaya çıkarıcı olarak görülürse o andan bu güne kadar bakalım; ister tüm
tarihi parçalara bölerek birer birer bakalım ister Nazi Almanya’sında
Yahudilere bakalım ister İsrail baskısı altında olan Filistin halkına bakalım,
şiddetin her daim hayatımız da olduğunu görebiliriz.
Bazen o kadar uzağa gitmemize de gerek yoktur, tam
yanımız da dokuz yaşında bir kıza tecavüz edildiğini de görüyoruz, ya da bir
erkek çocuğuna. Ev içi şiddetleri, önce kadının tüm yaşam haklarının ev içine
sıkıştırıldığı sonra o ev ortamında ev içi tecavüze maruz kaldığı, bunlar yanı
başımızda. İŞİD ’in sırf kendi ideolojik düşünce dünyası uğruna bu dünyaya kaç
insan gözünü kapamadı ki? İşte dünya tam da bunun oluşumuna ön ayak olan
hukuksal yönetimlerde değil midir?
“Yönetsel
diye diye de nitelendirilebilecek tüm mitik, hukuk kurucu şiddet soysuzdur.
Aynı şekilde buna hizmet edip hukuku koruyan, yönetilen, yönlendirilen şiddet
soysuzdur. Kutsal infazın alameti ve mührü olan, ama asla aracı olmayan ilahi
şiddet ise hükmeden şiddet olarak adlandırılabilir.”[38]
Ne
yapabiliriz belki tüm soysuzluğun kendisine karşı? Şiddetsiz kalmak yani genel
bir eylemsizlik halinde olmak mı gereklidir? Ya da Marx ve Engels’in ortaya
koyduğu gibi marxsizmin dünyada var olacağı ve mülkiyetin değil eşitliğin olacağı
zamanı mı beklemeli? Tüm sistemi durdurmak mı gerekli şiddetin durması için? Ya
da Nietzsche’nin gözüyle bakarsak, bizde ‘realiteyi görebilecek insanları’
gelişini mi beklemeliyiz? Ya da harekete mi geçmeliyiz onların dediğini
gerçekleştirmek için? Bizler birer ‘Rachel Corrie’ mi olmalıyız yoksa? Olabilir
miyiz? Olmamız gereken kişi ya da olduğumuz kişinin kim olduğunu bulabilir
miyiz? Şiddete dur diyebilir miyiz? Hiçbir şekilde mutlak huzurun olacağının
garantisini veremesek te benim inandığım bir şey var; ‘hiçbir çocuğun ölmediği
bir dünya da yaşayabiliriz’ en azından. Ama öncelikle kendimize şiddet
uygulamayı bırakmalıyız kendimizle ebedi barışı sağlamalıyız, sonra bir bir
yakınımızda ki insanlarla. Herkes şiddete asker olacaksa bile biz şiddete karşı
durabilmeliyiz? Ve bilmeliyiz “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” şiddeti ve yasayı
dışlayan medeni siyaset hayaliyle hala güncelliğini korumaktadır.”[39] Bunun için de öncelikle
laik bir siyaset alanı lazım gelmektedir. Çünkü fikirler, her türlü fikirler
tartışılmalı fakat hiçbir fikir insan üzerinde tahakküm kurmamalıdır. Bunun
içinde her türlü ideolojik ya da tahakküm oluşturucu zeminden uzak bir zemin
gereklidir ve bu teminatı sağlayan zeminde laiklik zeminidir.
Kaynakça
1) Adnan
Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2003.
2) Liberal
Hukukun ve Devletin Sınırları, haz. Bora Erdağı, Ankara: NotaBene Yayınları,
2015.
3) H.L.A.
Hart, Hukuk, Özgürlük ve Ahlak, çev. Erol Öz, Ankara: Dost Kitabevi, 2015.
4) Berke
Özenç, Hukuk Devleti, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.177, 2014.
5) Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, İstanbul: Metis Yayınları, 20104
[1] Adnan
Güriz, Hukuk Felsefesi, Ankara: Siyasal Kitabevi, ss.137 2003.
* Kaos(chaos)
ve çatışma(brush or conflict).
[2] Adnan
Güriz, Hukuk Felsefesi, ss.141.
[3] A.g.e,
ss.151.
[4] A.g.e,
ss.155.
[5] A.g.e,
ss.158.
[6] A.g.e,
ss.181.
[7] A.g.e,
ss.187.
[8] A.g.e,
ss.194.
[9] A.g.e,
ss194.
[10] A.g.e,
ss.275.
[11] A.g.e,
ss.276.
[12] A.g.e,
ss.310.
* Tüzel
kişi.
[13] Adnan
Güriz, Hukuk Felsefesi, ss.175, ss.176.
[14] Liberal
Hukukun ve Devletin Sınırları, haz. Bora Erdağı, Ankara: NotaBene Yayınları, ss.29,
2015.
[15] A.g.e,
ss.43.
[16] A.g.e,
ss.47, ss.48.
* Wolfenden
Komitesi
** Robert of
the Committee on Homosexual Offences and Prostution(CMD247)1957.
***
Eşcinsellik ve fahişelik.
[17] H.L.A.
Hart, Hukuk, Özgürlük ve Ahlak, çev. Erol Öz, Ankara: Dost Kitabevi, ss.23,
2015.
[18] Berke
Özenç, Hukuk Devleti, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.177, 2014.
[19] Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, İstanbul: Metis Yayınları, ss.19, 20104.
[20] A.g.e,
ss.23.
[21] A.g.e,
ss.26.
[22] A.g.e,
ss.36.
[23] A.g.e,
ss.54.
[24] A.g.e,
ss.59.
[25] A.g.e,
ss.68.
[26] A.g.e,
ss.71.
[27] A.g.e,
ss.77.
* Zeynep
Direk, Yasa Adalet ve Siyaset, Şiddetin Eleştirisi Üzerine’ in içerisinde.
[28] Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, ss.88.
[29] A.g.e,
ss.88.
[30] A.g.e,
ss.95.
[31] A.g.e,
ss.103.
[32] A.g.e,
ss.126.
[33] A.g.e,
ss.154.
[34] A.g.e.
ss.155, ss.156.
[35] A.g.e,
ss.156.
[36] A.g.e,
ss.168.
[37] A.g.e,
ss.213.
[38] A.g.e,
ss.42.
[39] A.g.e,
ss.312.
Yorumlar
Yorum Gönder