Objet Petit a Olarak Adalet
Özet
Ceza
nedir? Cezanın varolma sebebi adalet midir? Ya da daha genel anlamda bir
soruyla adaletin sağlanması için mi bir ceza uygulaması getirilir? Cezanın
hukukla ilişkisi nasıldır? Uygarlığın bu düzeyinde ceza ile hukuk arasındaki
bağlantı nedir? Hukuk kendi kişisini nasıl yaratır? Her bir birey için hukukun
karşısına çıkmak ve aslında daima hukukun ya da hukuksal düzenin insanın
hayatında olması nasıl anlaşılmalıdır? Burada tüm bu soruların cevabını ortaya
koyarken adaletin neden geçekleştirilemediğini de ortaya koymaya çalışacağım.
Ceza ve adalet, adalet ve hukuk, hukuk ve ceza arasında ki istenen nesne
belirsizdir. Burada ki ilişkiyi basit bir üçlemeyle verecek olursak; ceza,
hukuk ve adalet ilişkisinin içerisinde adaletin toplumun aradığı ve Lacan’ın dediği
‘objet petit a’* üzerinden toplumun
sürekli istediği ama elde edemediği adaleti açıklayacağım ya da daha çok
yorumlayacağım. Bunu yaparken de ‘adalet istendiği halde neden elde edilemiyor’
sorusu üzerinden gideceğim.
Anahtar
Kelimeler: ceza, adalet, hukuk, objet petit a
Giriş
Tıpkı Victor Hugo’nun giyotin için
söylediklerinde olduğu gibi, bunu bir daha asla unutamazlar: “Onu gören,
titremelerin en esrarlısıyla titrer. Bütün sosyal meseleler bir satırın
çevresinde kendi soru işaretlerini dikerler. İdam sehpası, bir tahta iskele, ya
da bir makine değildir; tahtadan, demirden ve iplerden ibaret cansız bir
mekanizma da değildir. Ne idüğü bilinmez niyetleri olan bir çeşit canlı varlık
gibidir o… idam sehpası yargıç ile marangozun birlikte meydana getirdikleri bir
çeşit canavardır, verdiği ölümlerin toplamından yapılma korkunç bir hayat
yaşayan bir hayalettir sanki.[1]
Görüldüğü gibi bir idam sehpası
sadece bir tahtadan ibaret değil. Ceza ise bunun içerisinde bir muğlaklık
olarak beliremeyen ama hukuksal olarakta varlığını bu muğlaklığın içerisinde
süregiden bir şey olarak ortaya çıkıyor. Ortaçağ giyotin, ya da şeri hukuk ta
el kesme gibi cezalar anlaşılmak isteniyorsa öncelikle bu cezaların
uygulanmasının araçlarının da birer canlı canavar olduğu görülmek zorundadır.
Ne var ki, cezanın amacının neye yönelik olduğu ise bir belirsizliktir. Ceza
adalet için mi veriliyordur? Yoksa cezanın verilme amacı toplumun içerisinde
bireylerin kendisini ya da toplumun bireylerden kendisini koruması için midir?
Bunu sağlayacak olan toplumun yarattığı düzen midir? Ya da cezanın verilmesini
sağlayan yine ne amaçla ne için kurulduğu belli olmayan hukuk mudur?
Eğer hukuk, adalet beklentimize
bütünüyle kayıtsız kalan salt bir egemenlik tasarrufuysa, onun adaletle
ilişkilendirilmesine neden olan bu kadim ve daimi yanılgı nereden geliyor?
Amacı adalet gerçekleştirmek değil, onu engellemekten ibaret olduğu söylenen
hukuk, adalet taleplerine kulak asmadan var kalmayı nasıl oluyor da
sürdürebiliyor?[2]
O halde şu denilebilir ki; adaletin sağlanması
amacıyla ortaya konulduğu iddia edilen ceza ve cezanın uygulanması için doğan
hukuk ya da tam tersi bir ilişki ile toplumsal güvenlik için toplumun kendi
elleriyle oluşturduğu hukuk ve hukukun kendisini korumak adına ve sürekliliğini
sağlamak adına bir şiddet biçimi olarak ceza doğmuştur ve ne giyotin ne de
diğer cezalandırma araçları birer odun, demir ruhsuz birer meta değil muğlak
bir ruhu benliklerinde barındıran birer toplumsal canavardır. Ve cezadan
adaletin beklenmesi de bir o kadar muğlak bir biçimde görülebilir. Burayı
anlamanın yolu ceza adaletini anlamaktan geçer;
Ceza, adalet mefhumundan bağımsız
olarak tahakküm biçimlerine içkin olmuştur; ne bir adalet saikine sahip olmak
zorundadır, ne de kendini bir adalet gösterisi formunda sunmak. Öyleyse adalet
problemi, cezanın içkin niteliklerinden birisi olarak değil, onun bir eklentisi
olarak ele almamız gerekir- ceza bakımından adalet sentetik bir öğedir.[3]
Ya da denilebilir ki adalet bir
bahanedir. Çünkü “ilk elde bu, ceza adaletinin yapısının, ‘hukukun adaleti’ nin
kendini ‘üçüncü taraf’ olarak dayatan bir siyasal gücün adaleti olacaktır.”[4]
Yani adalet ceza için ya da hukuk için bir bahanedir. Çünkü o gücün kendisini bir
zamanlar ya da belki hala daha adalet için yönettiğini ve hukuku söylediğini
söyleyen bir hükümet varsa bu anlamda kullanılan ve hukukun dayatımını sağlayan
bir araçtır. Bunu dayattığı yegâne yerde ceza adaletidir, ya da adalet için
verilen ceza ve bu ceza sistemini ayakta tutan hukuktur. İşte burada ortaya
çıkan egemenin ne istediğidir. Egemen güç toplum içerisinde bireylerin içten
içe yaptığı her hareketi sarıp sarmalayan bir ‘toz bulutudur’. Bu toz bulutunun
amacı ise gerek adaleti kullanarak yani bahane ederek ya da ceza aracılığıyla
hukukla beraber her daim gücünü ve rüzgârını artırmasıdır.
Gerçek şu ki, siyasal bir gücün
kötüye kullanılmasını veya siyasal bir kötülüğe maruz bırakılmayı engellemeye
muktedir herhangi bir adalet ilkesi, ahlaki bir yasa veya hukuk normu yoktur.[5]
Nedense tüm normlar ve yasalar hep
iktidar gücün ayakta kalmasını amaçlar fakat toplumdan birisinin kendini bir
siyasiye karşı savunmasını değil. Ayrıca Derrida bunu daha açıklayıcı bir
şekilde ortaya koyar ve hukuk ile adaletin örtüşmeyeceğine vurgu yapar. Öyle ki
“Derrida için adalet, mutlak indirgenemezliğiyle kendini hukuktan ayıran
şeydir.”[6] Adalet
belirsizdir hukuk ise bir kurallar silsilesi ve bu kuralları belirleyenlerin
egemenliğidir. “Hukukun kurulmasından, yürürlüğe sokulmasından,
meşrulaştırılmasından ve yasanın yapımından mürekkep bütün bu operasyon, bir
güç darbesinden ibaret olacaktır.”[7]
Gerek Benjamin deki kurucu şiddet te de görebileceği üzere gerekse buradan
Derrida’nın çıkardığı yorum üzerine hukukun ya da hukukun elinde hukuk olduğu
zümrenin elinden hukuk şu şekilde anlaşılmalıdır:
Kendisi bizatihi bu gücü ima eder
ve içerir. Benjamin deki ‘hukuk kurucu şiddet’ bahsine değindiği bir yerde
Derrida, hukukun askıya alındığı durumlarda da gerçekte aynı sürecin devrede
olduğunun altını bir kere daha çiziyordu: hukukta hukuku askıya alan o.
Yerleşik hukuku başka bir hukuk kurmak için kesintiye uğratır. Bu askıya alma
anı, hukukun içinde hukuk olmayanın örneğidir. Ama bu aynı zamanda hukukun tüm
tarihidir... Hukukun kuruluşunun boşlukta ve ya uçurumun üstünde asılı kaldığı,
hiç kimseye ve hiç kimse önünde verilecek bir hesabı olmayan saf bir
performatif edime asılı kaldığı andır bu.[8]
Artık dikkatin geldiği nokta
adaletin mefhumluğu iktidarın ve hukukun şiddet olarak ya da tam tersi şiddetin
adalet ve ya iktidar olarak hukuk aracılığıyla karşımıza çıkmasıdır. Hukuku
sağlanması konusunda Özkan Ağtaş ‘Ceza ve Adalet’in birçok yerinde iki taraf ve
bir üçüncü tarafın varlığına vurgu yapar. Yöneten yönetilen olarak iki sınıf
yüzeyde dururlar. Birde bu iki taraf arasında hukukun kendisini ortaya koyduğu
üçüncü bir taraf vardır ki oda hukuktur. Elleri kolları ve her yere sirayet
etme gücü olan ve cezayı da adaleti de-artık adalet kimin için ne ise ve nasıl
yorumlanıyorsa- elinde tutan bir toz bulutu olarak devamlı aktif bir haldedir.
Yine de insanı bir özne olarak karşısına aldığı ve onu bir kişi olarak kabul
ettiği tek an cezalandırma ya da hukukun ihlali olarak ortaya çıktığı zaman
karşısına alır. Öte yandan kamuya ait bir alanda nasıl gezmen gerektiği, nasıl
giyinmen gerektiğine, hangi müziği dinlemen gerektiğine dair herşeyi belirleyen
bir toz bulutudur.
Unutmamamız gerekir ki, üçüncünün
tarafsızlığı salt hukukun tarafında olduğu, çıkarsızlığı ise salt hukukun
çıkarını gözettiği anlamına gelir: O, hukukun korumayı vadettiği şeylerden çok,
hukukun kendisini korumakla meşguldür. O, bulup çıkarmayı vadettiği hakikate
göre hüküm vermez, hükmünü doğrulatacak hakikat söylemleri üretmenin
peşindedir. Üçüncü tarafı küçümsemek büyük hata olur. Hukukun adaleti üçüncü
tarafın adaletidir.[9]
İşte
bu üçüncü taraf hukuk aracılığı ile ya da hukuk bir üçüncü taraf olarak kişiyi
bazı durumlarda özne olarak alır ve karşımıza hep olumsuz bir şey olarak çıkar.
Bizi hukukun istediği özneler olarak sorumlu tutar. Ayrıca, “Levinas tarafından
önerilenin aksine, Agamben’e göre sorumluluk etiğin konusu değildir; ‘etik ne
suçluluğu ne de sorumluluğu tanıyan bir alandır; Spinoza’nın da kavradığı gibi
etik, mutlu hayat öğretisidir. Suçu ve sorumluluğu üstlenmek… Etiğin alanından
çıkıp hukukun alanına girmek demektir.”[10] Artık hukuk alanında da hukukun karşısında
sorumluluk yüklenir kişiye ya da sorumlu olduğu şeyin aksi durumunda hukuk
yasalar aracılığı ile kendisini karşısına aldığı negatif varlığa dayatır yani
kendi yarattığı özneye. Üstelik hukuk normlarını bilmesine de gerek yoktur
hukukun kendisini bireye dayatması için. “Kojeve ’nin ele aldığı şekliyle
hukuksal müdahalenin, sui generis bir tahakküm tarzı oluşturduğu konusunda net
bir fikre varmak zorundayız: ne eo ipso bir adalet uygulaması, ne de alelade bir
baskı aygıtı-onu olması gerektiği gibi, hâlihazır da olduğu gibi, kendine has
bir tahakküm tarzı olarak almamız gerekir.”[11]
Burada hükümet ya da iktidar güç bir tahakküm olarak yani baskı, zorbalık ve
hükmetme olarak ve hukukta hükmetme aracı ya da hükmetmenin kendisi olarak
meydana çıkar. Yani artık görüldüğü gibi burada şu denmek istenmektedir:
‘adaletle hukukun yolları ayrılmıştır’.
Sorunu iki veçhe açısından ileri
sürmek gerekirse: ya birbirinin hasmı olmakla birlikte, şeklen eşit, yani
birbirleri üzerinde tahakküm uygulamayan iki taraf söz konusudur ki bu durumda,
bir adalet unsurunun potansiyel varlığına rağmen, cezadan ve ya cezalandırmadan
söz edilemez. Ortada bir tahakküm ilişkisi yoksa cezalandırmada yoktur: kural
basit, eşitinizi cezalandıramazsınız! Ya da bir tahakküm ilişkisinin eşitsiz,
dolayısıyla hiyerarşik konumlarına sabitlenmiş iki taraf söz konusudur; ancak
bu defa da, cezalandırma imkânının varlığına rağmen, bunun adalet problemiyle
ilgili olduğunu garanti edecek hiçbir teminat bulunmaz. Cezanın suretinde
görünüre gelmesi beklenen şey, haliyle, cezalandıran ile cezalandırılan
arasında ki eşitliğin tahsis edilmesi değil, bu konumlara imkân veren tahakküm
ilişkisinin onaylanmasıdır.[12]
İki taraf düşünülsün bir savaşın
içerisinde ve iki taraf düşünülsün bir devletin içerisinde. Savaşta eşitlik
vardır ve karşıdaki ile ve düşman olunabilir. Dolayısıyla bir cezalandırma
durumu yoktur burada. Fakat birde bir devletin içerisinde iki taraf var ki bu
iki tarafın bir tarafı yöneten kesim diğer tarafı yönetilen kesim olsun. Ama
demokrasi var halkın oylarıyla geldik falan filan söylemleri gün yüzüne
çıkabilir. Buda şu demektir ki; zaten iktidarlar yönetimde yönetime seçenlerin
kurallarını kabul edip dayatmak istediği için oradadır. Ve bir ülkede muhalefet
iyi değil ve ya halkın bilgi seviyesi düşükse, işte bu gibi durumlarda
kendisinin nasıl tahakküme uğradığını anlayamaz. Çünkü oda ondan olmayanlara
yani azınlığa tahakküm etmenin zevkini seçtiği sürü çobanıyla tatmak
durumundadır. Oysa bunu yaparken dahi çobanın çocuğu en iyi okullarda okurken,
tüm maddiyat onun ayaklarına ve refahına sunulurken bu kendisinin tahakküm
ettiğini ve güçlü olduğunu sanan halk ise aslında asla bir çobanla aynı
seviyeye yükselemez. Ta ki hukukla ve iktidarın kendisiyle karşılaşacağı an
bizzat kendisinin bir yönetilen ve sürünün bir parçası olduğunu görecek duruma
düşene kadar. Ne kötü bir söz tabiri değil mi; sürü? Oysa zaten çobanlar
demiyor mu sürüye sürü? Dolayısıyla bu kişi ya da kişiler sadece negatif birer
özne ve hukukun kötü yaklaşım şahısları olduklarını bilemezler. Dolayısıyla
burada bir adalet değil yaptırım vardır. Yani “ceza adaleti, hukukun adaletinin
içerisinden işler ki bu, cezanın bir adalet pratiği haline yalnızca hukuksal
bir tahakkümün içerisinden geçerek gelebildiğini söylemekle aynı anlama gelir.
Ceza adaleti, üçüncünün yaptırımında ki adalet olacaktır.”[13]
İşte bu yüzden uygarlığın huzursuzluğu da devam ediyor durumdadır.
Ceza hem tekil bir ihlale, onun
neden olduğu kötülüğe verilen karşılık, fakat hem de ihlal dolayısıyla zarar
görmüş olan tahakküm ilişkisini(zira kural çiğnenmiştir) yeniden tesis eden,
onun bekasını güvence altına alan bir yanıt olmalıdır. ceza yalnızca somut
fiilin kendisi değil, aynı zamanda gerisinde ki iradeyi, üstelik yalnızca
suçlunun iradesini değil, yasaya itaat etmek ve kamu düzenine bağlı kalmakla
yükümlü kılınmış herkesin iradesini hedef alacaktır.[14]
Şu demektir ki yukarı da ki alıntı
‘sen suçlu ve suçlu gibi- bana aykırı olarak düşünecek düşünme biçimine sahip
olacak tüm irade- haddini bil’. Dolayısıyla bunun tüm iradi ve kamusal
düzenlemeyi egemene ya da egemen kesime yönelik bir hale getirme isteğidir ya
da dayatmasıdır. İhtidarın sözü papazın, kralın, padişahın sözüdür. Gücün
kendisini dayatmasıdır. Adalette onun adaletidir. Ceza da kendi sözünü ya da
devletin sözünü, hukuku belirleyen de işte egemen güç kim de ise onun
belirlediği türdendir ve onun belirlediği şeydir. Yani tüm bunlar birer
tahakküm aracıdırlar.
Ceza, bir tahakküm uygulamasıdır ve
bu haliyle adaletin yerine getirilmesinden daha çok, aykırılığın iptal
edilmesi, ihlalin ortadan kaldırılmasını, bozulmuş güç asimetrisinin yeniden
tesis edilmesini hedefle; yani merkezde itaat kaygısı bulunur, temel saikı
itaat üretmektir. Nitekim tahakküm yoksa eşitsizlik yoksa cezalandırmada
yoktur.[15]
Bunun dışında tüm ceza bir faydacılık
beklentisi içerisinde gerçekleştirilir. Ve gruplar arası çıkarcılık ta bunun en
belirgin örneğidir. Gerek sağ gerek sol gerekse çeşitli ideolojik gruplar kendi
çıkarlarını iktidara taşımak isterler. Türkiye siyaseti buradan okunabilir.
Asla bilgiyle ekonomi durumuyla, eğitimin ilerlemesiyle değil genelde en değer
verdiği şeylerle iktidara gelmek gibi bir zihniyet ve sadece her olaya siyasal
bakma tarzında ki tek görüşlülükle hareket edilmektedir. Tam da bu yüzden hiç
te siyasette adının üzerinden oy kullanılmaması gereken Muhammed’in adı genelde
oy almak için kullanım değerine tabi tutulmaktadır. Ayrıca bir ülkenin İncil,
Kuran ve Tevrat gibi o toplumun en çok değer atfedilen şeylerle oy toplanması
da bir tüm uyuşturucudur. Bu konuda en açık ama hiçte halkın anlayamayacağı
noktaları ortaya koyan kişi Karl Marx’ır. Ayrıca solcuların da en çok öne
sürerek oy toplamaya çalıştıkları isim Atatürk’tür. Öyleki gün gelip Türkiye de
Atatürk’ü sevmeyen birisi gelip oy için onun adına da övgüler düzmüştür
Muhammed’i sevmeyenler de çıkıp onun adına övgüler düzmüştür. Bu iktidarın ele
geçirilme çalışması başarılı olsa da egemeni başa getiren halk için bir
yükselme durumu değil yine bir tahakküme uğrama durumu yaratır. Ayrıca tüm bu
grupların başlara gelmesi de diğer grupların bastırılmasında hukuku en yegâne
şekilde kullanmış ve cezayı bir itaat yaratma ve yaptırım olarak
kullanılmıştır. Şöyle k;
Suçlu bakımından: suçlu artık
patolojik bireyleri değil, potansiyel risk gruplarını, önlerine çıkan
fırsatları değerlendirmek isteyen üyelerini işaretleyen bir addır. Suç
bakımından: Normdan sapma olarak kavranan ve ahlaki yargının, klinik tedavinin
kefaret ödetmenin konusu sayılan suçun yerini, ölçülebilir süreklilikler
gösteren, istatiksel metotlar yardımıyla öngörülebilir kılınmış, gündelik nüfus
fenomenlerinin biri olarak kavranan suç almıştır. Ceza bakımında: Cezanın
hedefi artık ıslah etmek, entegre etmek, yapılmış bir kötülüğü iptal etmek
değil, tecrit etmek, kapasitesizleştirmek, daimi bir kontrol
şebekesine tabi kılmaktır. Ceza stratejisi bakımından: stratejik öneme haiz
olan şey geçmiş ihlallerin cezalandırılmasından çok, gelecekte ki muhtemel
ihlalleri önlenmesidir. Ceza kurumları bakımından: kurumsal müdahaleye
niteliğini verecek olan şey, cezadan umulan faydanın gerektirdiği uzmanlık
türüne göre değil, risk skolasını gösterdiği sıralamalara, sınıflandırmalara,
aciliyetlere göre yapılmış bir dağıtımdır.[16]
Sonuç
Dolayısıyla
ceza adaleti sağlamayı bırakalım daha demokrasinin olmazsa olmazı eşitlik ve
özgürlük gibi iki maddesini bile gerçekleştirmek derdine sahip değildir.
Demokraside özgür olduğunu iddia eden ve iktidara kendi istediğinin geldiğini
söyleyen insanlar ise işte onlar da hiç te özgür olmadıklarının farkında
değildir. Çünkü henüz hukukun karşısına çıkmış değildir ve suçlu değildir henüz
sadece itaate başkaldırma teşebbüsü gösterme adayı yani suçlu adayıdır ve itaat
ettiği sürece sorun yoktur onun için. Şimdi tamda bu yüzden birazcık
psikanalizsel bir yorumdan hareketle şunu iddia ediyorum: adalet, hukuk ve ceza
arasında ki ilişki de ‘adalet objet petit a’dır. İlk olarak Freud’un dile
getirdiği şey vardır ve bunun devamını da Lacan getirmiş ve geliştirmiştir.
Lacan’a göre kız ve erkek çocuk dünyaya ilk geldiklerinde bir dilin sınırları
içerisinde doğarlar daha doğrusu insanı insan yapan dildir. Fakat bunun ikinci
boyutu dile maruz kalınma durumudur. İlk başta çocuk anneye hayranlık duyarken
bir müddet sonra fark ederler ki anne de babaya hayrandır. Babada olupta annede
olmayan şey nedir diye bakınca bu penistir ve bir durum daha göze çarpar ki
erkek yasayı-eril düşünce buna dayanır-temsil ederken kadın yasaya maruz
bırakılan olarak karşımıza çıkar. İşte burada erkek çocuk hadım edilme korkusu
duyar ve babanın yerine geçek ister, kız çocukta ise babaya bir aşk başlar ki o
da annenin yerine geçmek ister. Fakat burada uygarlığın ilk yasası olan enses
ilişki gelir ve sonra tüm yasalar bunun üzerine oluşur. Ayrıca bu yasaların
hepsi yasaklardır. Olumlama değil daima bir olumsuzlama ortaya koyarlar.
Dolayısıyla artık uygarlık oluşmuştur ve ilk nesneye sahip olunması
imkânsızdır. Oraya geri dönülmez ve o belirsiz bir nesnenin istenmesi
üzerinedir. Dolayısıyla Todd McGowan Lacan’ın bu nesnesini şöyle dile getirir:
Özel bir kavram olan objet petit a,
nesnenin somut bir varlık olmayıp görsel alanda ki bir boşluk olduğunu
belirtir. Bakış öznenin nesneyi gördüğü bakma eylemi değil, öznenin kadir-i
mutlak görünen bakışında ki boşluktur.[17]
Ceza,
adalet hukuk ilişkisinde ki kayıp nesnede adalettir ve sürekli iyilik adına ya
da doğruluk adına ya da adalet adına ne yapılırsa yapılsın adalet müphem kalır
Derrida’nın bunu kendi literatüründen anlamak için şu sözlere bakılması
gereklidir:
Öncelikle: adalet,
deneyimleyemeyecek olduğumuz şeyin deneyimidir. Fakat: imkânsız olanın bu
deneyimi olmaksızın adaletten bahsedilemez. Yapısı itibari ile “bir açmaz
deneyimi olmayan bir adalet isteminin, arzusunun, talebinin, olduğu neyse o
olma şansı, yani haklı adalet ‘çağrısı’ olma şansı hiçbir şekilde
olmayacaktır.” Derrida ’ya göre, “aporetik deneyimler ne kadar olası değillerse
o kadar da zorunlu adalet deneyimleridir, yani adil olan ile olmayan arasında
ki ‘kararı’ hiçbir zaman bir kuralla güvence altına alınmamış olduğu anların
deneyimleridir.”[18]
Nitekim adaleti deneyimleyemiyoruz
ve deneyimleyebilir miyiz de bir muğlaklık içindedir. Tam olarak adaleti
karşılayamasak ta en azından bir adalet tartışması olması büyük bir
zorunluluktur. Oysa şimdi adaletten çok siyaset adamları ne diyorsa ya da hukukun
karşısında hukukun yarattığı özneden başka bir şey değiliz. Hukuk ise bize
sadece bir olumsuzlama ile yaklaşıyor ve Freud nasıl ki cinselliğin
bastırıldığı ve farklı boyutlarla meydana geldiğini söylüyorsa Bora Erdağı da
şunu dile getiriyordu: “eğer cinsellik bir sapıklık ya da hastalıksa hepimiz
sapık ya da hastayız, çünkü Freud’un dediği gibi cinsellik bastırılmıştır ve
sadece bazılarında daha görünür bazılarında daha az görünür şekilde farklı
tarzlarda ya da boyutlarda karşımıza çıkmaktadır.”* Adalet karşımıza belirsiz olduğu için
sürekli toplumun bize verdiği ya da egemen iktidarın, egemen kültürün ya da
egemen ideolojinin gözünden yorumlanarak sunulan bir şey olarak karşımıza
çıkmaktadır. İşte tüm bu egemen gücün yorumlayışında ki gerçekten belirsiz olan
nesne olarak adalet soruşturulsa da daima eksik kalmaktadır.
Kaynakça
1) Özkan
Ağtaş, Ceza ve Adalet, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.
2) Todd
McGowan, Gerçek Bakış, İstanbul: Say Yayınları, 2012.
3) Sigmund
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, İstanbul: Cem Yayınevi, 2015.
* Belirsiz nesne anlamına gelir. Fakat Lacan bu nesnenin diğer nesnelere
çevrilmesini de istememektedir. Bu nedenle bu kelimeyi bir çeviri olarak sunmak
yerine açımlayarak adaleti bu kavram üzerinde Freud’un da dile getirmiş olduğu
uygarlığın huzursuzluğu daha doğrusu huzursuz olan bir uygarlığın aradığı ama
elde edemediği adaleti bu kavram üzerinden açıklığa kavuşturmaya çalışacağım.
[1] Özkan Ağtaş, Ceza ve Adalet, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.24,
ss.25, 2013.
[2] A.g.e, ss.26.
[3] A.g.e, ss.34.
[4] A.g.e, ss.34.
[5] A.g.e, ss.55.
[6] A.g.e, ss.58.
[7] A.g.e, ss.60.
[8] A.g.e, ss.61.
[9] A.g.e, ss.69.
[10] A.g.e, ss.81.
[11] A.g.e, ss.86.
[12] A.g.e, ss.91.
[13] A.g.e, ss.93.
[14] A.g.e, ss.100.
[15] A.g.e, ss.110.
[16] A.g.e, ss.261.
[17] Todd McGowan, Gerçek Bakış, İstanbul: Say Yayınları, ss.27, 2012.
[18] Özkan Ağtaş, Ceza ve Adalet, İstanbul: İletişim Yayınları, ss.24,
ss.59, 2013.
*
Kocaeli Üniversitesi Hukuk Felsefesi dersi notlarından bir bukle sözünü almak
istedim değerli hocamın çünkü söylediği şey farklı boyutlarda karşımıza her an
çıkmaktadır. Benim gözlemlediğim kadarı ile de cinsel tatminini yaşayan
erkekler kadınlara ya da kadınlar erkeklere normal olarak bakarken, cinsel
deneyimden yoksun ya da istemediği birisi ile evlenen insan gruplarının
yorumlarında cinsiyetçi ve karşısında ki insana cinsel bir obje ile baktığını
açıkça gösteren yorumlar ve bakış tarzı ve söylem tarzı var.
Yorumlar
Yorum Gönder