PUTLARIN ALACAKARANLIĞINDA SANAT
Nietzsche deyince aklımıza ilk olarak gelen şey h a y ı r
oluyor (aslında diğer eserlerine bakıldığında hayır demese de Nietzsche, konu
itibari ile bu şekilde ele alınması gerekiyordu. Konunun dışında olaraktan üst
insan hayır demez, Nietzsche üst insan mıdır, üst insan ne yapar? Daima
olumlar). Peki, neden böyle? Neye hayır diyor? Nietzsche neyi sorun ediyor veya
neleri? Tüm bu sorunlarının sanatla olan derinlemesine ilişkisi nerede?
Nietzsche’nin put dediği ve o putların karanlığı nerede? Sanat tüm bu putların
neresinde kalıyor?
Bilgeler, filozoflar ve hatta halk hep birşeyleri
kutsallaştırmışlar. Şeylere değer yüklemişler. Bunu yaparken de kuşkusuz bir
şeylerden vazgeçmişler. İşte Nietzsche’nin sorun olarak gördüğü nokta
buradadır. Vazgeçtikleri şey insan insanın kendisine ait olan yaşamsal
eylemlerinin ve bu eylemlerin temelinde bulunan içgüdülerin kendisidir. Bunu
gerek felsefe gerek din yada psikoloji yoluyla yapmışlardır. Örneğin “cinsellik
hakkında, kıssadan hisse yerine ‘gözün sürçmene neden oluyorsa koparıp at onu’
denilmektedir; ne mutlu ki hiçbir Hristiyan bu talimata uymuyor.” Anlaşılacağı üzere burada insandan
vazgeçilmesi istenen şey kendisidir. Kendi istençlerinden, kendi
içgüdülerinden, yaşama dair olan fiziksel bağlılığındandır. Oysa insanın
tutkuları vardır ve aynı yukarıda örneğini verdiğimiz gibi bazı otoriteler
onların ortadan kaldırılmasını ister. İnsanın tutkuları ile yaşaması ve
tutkuların kökeni olan insanın kendisinden yani insandan vazgeçilmesi istenir.
Bu insana olan, yaşama olan bir düşmanlıktır Nietzsche için. Bunun temel
örneklerinden birisi olan ahlak tamda insanın doğasına karşı bir düşmanlık
içindedir. Bu ahlak Nietzsche’ye göre doğa dışı ahlaktır. “Doğa dışı ahlak,
yani şimdiye dek öğretilmiş, saygı duyulmuş ve vaaz edilmiş olan hemen her
ahlak, tam tersine tamda insanın içgüdülerine yönelir-bu içgüdülerin kah
gizliden gizliye, kah yüksek sesle ve küstahça yargılanışıdır.” Ayrıca bu yargılayış dinlerde da Tanrı’ya
bahşedilir. Çünkü emir verme ve insanın içgüdülerini yaşamını düzenleme yetkisi
sadece ondadır. Dolayısıyla “Tanrı’nın hoşuna giden aziz, ideal hadımdır.
Tanrı’nın Krallığı’nın başladığı yerde, yaşam sona erer.”
Aynı şey felsefede de karşımıza gelebilir. Kuşkusuz
Nietzsche filozoflarında aynı hataya düştüklerini gözler önüne serer. “ahlak
şimdiye kadar anlaşıldığı haliyle- son olarakta, Schopenhauer tarafından
tanımlandığı gibi ‘yaşama istencinin olumsuzlanması’ olarak” temellendirilir ve bu insanın kendisine dair
içten bir buyruk gibi tavra bürünerek kendisine “der ki; Yok ol!”
Tüm buraya kadar sözünü ettiğimiz şeyin kendisine Nietzsche
i y i l e ş t i r m e diyor. Tüm insan üzerinde yapılan bu ahlaksal ve buyrukçu
uygulamalar insanı nasıl hayvanlar iyileştiriliyor veya terbiye ediliyorsa
insanda iyileşmiş oluyor, pardon hastalıklaşmış oluyor. Nietzsche’nin diliyle
söyleyecek olursak, yaşama karşı büyük bir istek ve yaşamsal güdülerle bağlı
olan insan, “hasta, zavallı, kendine karşı çok kötü davranıyor; yaşam
dürtülerine karşı nefretle dolu, hala güçlü ve mutlu kalmış her şeye karşı
kuşkuyla dolu” hale getiriliyor.
Tüm bu sorunların temelinde bir şey fark ediyor ki oda
eğitimin ve eğiticinin olmayışıdır. Nietzsche bunu kendi ülkesinden,
Almanya’sından yola çıkarak söylüyor. Kuşkusuz Türkiye’ de de bunun böyle olmadığını
iddia edebilecek olan yoktur. Onun için “Alman kültürünün çöküşü nedir? Yüksek
eğitimin artı bir ayrıcalık olmayışı, ‘genel’ orta malı haline gelmiş yetişimin
demokratizmi.” Bunun Türkiye’ de
olmadığını kim söyleyebilir? Kuşkusuz biz de kendi ülkemizde bunu açıkça
görebiliriz. Kaç öğrenci öğrenmek için ya da kaç öğrenci d i p l o m a ya da
bir k a ğ ı t p a r ç a s ı diyebileceğimiz bir şey için geliyor okula? Peki,
ne öğreniyor, ne üretiyor, yaratıcılık nerede, sanat nerede?
Konumuza geri dönecek olursak tüm bu etmenler değer olmayan
şeyleri değer yapıyorlar ve putlaştırıyorlar. İnsanlar kendilerinden
uzaklaşıyorlar, kendilerine küsüyorlar, orta oluyorlar ve güçlü ya da üst
diyebileceğimiz insanlar da tüm bu sistem yüzünden ortalaşıyor, Nietzsche‘nin
ifadesiyle s u ç l u duruma düşüyorlar. Çünkü “en iyi yapabildiği, en severek
yaptığı şeyi, gizli gizli, uzun bir gerilim içinde, dikkatle, sinsilikle yapmak
zorunda kalan, kansızlaşır ve içgüdülerinden hep tehlike, kovuşturma, bela
hasat ettiği için, duygusunu da içgüdülere yönelir-onları tehlikeli olarak
duyumsar.” Tüm bunlar insanın fizyolojik
olan ve yaşama ilişkin olan, yaşamsal ve mutluluk içeren, insanla ilgili olanın
değersizleştirilmesidir, hem de değerler adına. Çünkü tüm bu insana karşı olan
şeyler putlardır, yani putlaştırılmışlardır, o kadar yapılmıştır ki bu insana
kendi kendisini harcatacak kadar.
Putların alacakaranlığında Nietzsche sanatla insan arasında
derin bir ortaklık bağ kuruyor. Dolayısıyla bu bağdan dolayı insana ait
sorunları varken sanata ait sorunlarla da yüzleşmek zorunda kalıyor. Sanat,
amaçsallaştırılarak, ideolojiler için, değer olmayan insanların değer dediği
şeyler için, insanların putlaştırdığı şeyler için ve bütün bu putlardan yola
çıkarak insanın yaşamsal her türlü yanından soyutlama aracı olarak görülmesini
sorun olarak görüyor.
1. Tüm
Karanlığın İçinde Sanat ve Sanatçı Adına
İnsana ve değere dair sorunları ayrıca da sanata ilişkin
sorunları göz önüne koyduktan sonra sorulması gereken bir soru karşımıza
çıkıyor: sanat ile insan arasında ki bu bağ ya da bağlayıcı olan şey nedir?
İnsanların yaşamla bağlantısını kuran şey içgüdüleridir ve yaşamsal
özellikleri. Yani fizyolojik yanı ile
ilgilidir. Nietzsche “sanatın varolması için, herhangi bir estetik edimin ve
bakmanın olması için, fizyolojik bir ön kabul kaçınılmazdır; c o ş k u n l u
k” diyor. Coşkunluk insanın tüm
mekanizmasını uyarıcı bir etki ile karşı karşıya getirir. Bir tür güç artırma
ve doluluk hissi uyandırma etkisi olan bir duygu yaratır. Ayrıca “bu duygular
nesnelere de verilir, nesneler bizden onu almaya zorlanır, onlara tecavüz
edilir-bu sürece idealize etmek denir.”
İdealize ettiğimiz zaman ise ikincil olan çıkartılır ve ana özelliklere
vurgu yapılır. Böylece kişi her şeyi kendi gücünü yansıtacak hale gelinceye
kadar zenginleştirir. Böylece mükemmel ortaya çıkar. Dolayısıyla Nietzsche için
“bu mükemmele dönüştürmek zorunda olmak-sanattır-kişinin kendisi dışındaki her
şey yine de kendinden haz duymasını sağlar; sanatta insan kendinden mükemmellik
olarak haz alır.” Ama bunun karşıt bir
durumu olan hastalıklaştırma da söz konusu olabilir. Bunu eksiklikleri olanlar
yapar. Bu içgüdülere karşı bir sanatçıdır. Onun sanatı da “tüm nesneleri
yoksullaştıran, incelten, hastalıklı yapan bir varolma tarzıdır.”
Nietzsche burada iki kavram ortaya atar. Bu iki kavram
aslında coşku türleridir. Bu türler “Apolloncu ve Dionysosçu” kavramlarıyla
ifade edilirler. Apolloncu coşku, vizyon gücüne sahipliğin ifade edildiği
türüdür coşkunun. Yani bir gösterimi ya da geniş görüşlülüğü imler. “Resim,
heykeltıraş, destancı kusursuz vizyonellerdir.”
Diğer bir tür olan Dionysosçu coşku türüne gelecek olursak; duygularla
olan ya da duygulanımın olduğu tüm bütünlük bir etki ve uyarının içerisindedir.
Her türlü anlatımı kullanır ve anlaşılmaması olanaksızdır. “Anlayan ve çözen en
yüksek derecede sahiptir, bildirme sanatına.”
Fakat burada Dionysosçu coşkuda bir sanat türü olarak m ü z i k daha
kalıcı ve temelden olan bir etkiye sahiptir. Dolayısıyla müzik, “Dionysosçu
pamtomimciliğin salt bir tortusudur.”
Ayrıca başka bir etken ve diğerlerinden ayrılan ‘mimar’ vardır ki o ne
Apolloncu ne de Dionysosçu bir durum oluşturur. “Burada istenç, sanatın
gerektirdiği büyük istencin coşkusu vardır. En güçlü insanlar, her zaman
mimarlara esin vermişlerdir; mimar her zaman iktidarın telkini altında
kalmıştır.” Peki, iktidar neden böyle
bir şeye gerek duyar? Çünkü iktidarın elinde halkı kabule götürmenin iki yolu
vardır; birisi ikna etme iken diğeri buyruk ya da zorunluluk altında tutmaktır.
Dolayısıyla mimarlığı kendi yöntemlerine araç olarak kullanır. Yani, “yapıda
gururun, ağırlık karşısındaki zaferin, güç istencinin görünür olması gerekir;
mimarlık, iktidarın biçimlerle ikna ediciliğidir bir tür, kimi zaman ikna eder,
hatta gönül okşar, kimi zamanda emreder.”
Nietzsche hem sanat alanında hem de estetik alanında insanı
tam odak noktasından ele alıyordu. Kuşkusuz güzellik ve çirkinkinlikle ilgili
açıklamalara girerken yapacağı şeyde insanı odak noktası haline getirmekti. Ona
göre çirkinlik duygumuz sınırlıdır. Ayrıca insanın insana duyduğu hazdan
koparılamaz. Güzellikte mükemmellik ölçütü insanın kendisidir. Burada insanın
kendini koruma, çoğaltma içgüdüsü bulunur. İnsan doğanın güzelliklerle dolu
olduğunu düşünür fakat bunun nedeni insanın kendisidir. İnsanın kendi imgesinin
nesneden kendine dönüşüne tanık oluyor. Öyle ki “aslında insan kendini
nesnelerde yansıtıyor, ona kendi imgesini geri yansıtan herşeyi güzel kabul
ediyor: ‘güzel’ yargısı onun türünün kibirliliğidir.” Çünkü zaten insanın kendisinden kaynaklanan
birşeydir ve zaten güzelliğin ölçütü insan olduğuna göre bunun olması
kaçınılmazdır. Tüm bunlara bağlı olarak Nietzsche estetiği iki şeye dayandırır:
“hiçbir şey güzel değildir, yalnızca insan güzeldir” ve “hiçbir şey yozlaşmış insandan daha çirkin
değildir.” Burada anlaşılması açısından
çirkinlik kavramı üzerine de biraz durmak gerekir. Çirkin olanın, zayıflığı,
güçsüzlüğü, insanın yaşamsal istencinin zayıflamasını anımsattığı için insana
güç kaybettirdiğini öne sürer. Dolayısıyla çirkin olan insanı zayıflatır ve
kederlendirir. Buna bağlı olarakta n e f r e t duygusunu uyandırır. Tüm
nesneler insanların yansımaları olarak güzellik ölçütü oluyorsa burada insanın
nefret duyduğu şeyde insanın kendisi olacaktır. Güzelliğe ve çirkinliğe dair
yaptığı temellendirmelerden yola çıkarak Nietzsche “güç duygusu, güç istenci,
yürekliliği, cesareti-çirkinlikle azalır, güzellikle artar bunlar… Her iki
durumda da bir sonuca varırız: bunun öncülleri, içgüdüde bol miktarda
birikmiştir.” Peki, güzellik bir rastlantı
mıdır? Değil! Güzellik uzun yılların birikimi ile meydana gelir. Çünkü zaten
kişinin kendi içgüdülerine dayanır ve ikinci olarakta fizyolojik açıdan.
İçgüdülerle, insanın içgüdüsel olarak belli bir yaşa gelmesini örnek olarak
verebiliriz. Dolayısıyla insan içgüdüleri geliştikçe güzelle olan bağda o
derece değişir. Bedensel olarak baktığımızda açlık his geçmiş yılların
atalarından ve açlıklarından gelir ve dolayısıyla şuan ki bilimde serildiği
kadarıyla bunun şuan ki toplumda obezitenin nedenlerinden birisi olarak
görülüyor. Ayrıca Hristiyanlık ya da dinler yıllarca bedeni aşağıda gördüler ve
dolayısıyla bedensel olan değersizleştirilmiş oldu. İnsanlarda bunu yıllar
içerisinde içerledi. Dolayısıyla tüm bunlar güzelliğin rastlantı olmadığını
gözler önüne sürüyor.
Her şeye rağmen burada bir soru sorabiliriz; tüm bunlar ne
anlama geliyor veya bizi nere götürüyor ya da sanat ne yapmak istiyor yani neyi
hedefliyor? “Schopenhauer, sanatın genel hedefinin istençten kurtulma olduğunu
öğretti, tragedyanın en büyük yararının tevekkül ruh haline sokmak olduğunu
övdü.” Gerçekten de Schopenhauer’ un
dediği gibi mi; sanatın amacı insanı istemesinden koparmak ve dımdızlak ortada
bırakmak mı? İnsan istemesinden kurtulursa
insan olur mu? Sanat böyle bir şey yapar mı? Sanatçının amacı insanı bu
hale mi sokmaktır? Öyle değilmiş gibi gözüküyor. Şöyle ki; “güçlü bir düşman,
üstün bir felaket, dehşet verici bir sorun karşısındaki duygunun cesurluğu ve
özgürlüğü-bu muzafferane durumdur tragedya sanatçısının seçtiği, yücelttiği.” Dolayısıyla biz sanatla tüm
karşılaşabileceğimiz tüm sorunlara karşı duygularımızın arasından cesareti
nasıl öne çıkararak o güçlüğe karşı tüm hayata bağlılığımızla dimdik özgürce
durmayı görüyoruz. Sanatın yaptığı ya da sanatçının yapmak istediği budur
diyebiliriz. Ama öyle bir durum da vardır ki, o durumlarda sanat bambaşka bir
hale bürünür. Nietzsche buna ‘aptallık hakkı’ diyor. Yani sanat eğer zayıf
insanların eline geçerse ya da onu kendi emellerinin aracı olarak kullanmak
isteyenlerin; sanat aptallaşır ve olmaması gereken bir safsatanın içerisinde
döner durur. Çünkü artık insanın yaşamsallığına ya da insansal olana değildir
yöneldiği, b a ş k a ş e y l e r e.
Ama sanatçı öyle şeyler de yapar ki insanın kendisine,
kendi içgüdüleriyle barışık hale, insanı yaşama bağlayan her şeye döndürür
insanı. Dolayısıyla Nietzsche’nin Goethe hakkında “Antik Çağ’dan ve Spinoza’dan
özellikle de pratik etkinlikten yararlandı; kendini sınırlı ufuklara çevreledi;
yaşamdan kopmadı, içine girdi, başarısız değildi ve olabildiğine çok şey aldı
üstüne, üzerine, içine. İsteği bütünsellikti; aklın, tenselliğin, duygunun,
istencin birbirinden ayrı oluşuyla savaştı; kendini bir bütünlük olarak
disipline etti, kendini y a r a t t ı” sözleri buna dayanmaktadır. Nietzsche
insanı merkeze aldı. Ama daha öncekiler gibi yapmadı; değer olmayan şeyleri
gerçek değerlerin yerine getirmedi. Başkaları, örneğin Dionysos’a göre önce
kutsadılar önce cinselliği ve sonradan da değersizleştirdiler ve insandan
kopardılar ya da koparmaya çalıştılar insana ait olan birşeyi. Bunu sadece o
değere değil insana ait olan, insanın yaşamına ait olan her şeye karşı
yaptılar. Ama Nietzsche tamda bunlara karşı sanatla ayakta durdu ve
“Tragedyanın Doğuşu benim tüm değerleri yeniden değerlendirişimdi: böylelikle yeniden
uzanıyorum, benim istememin, yapabilmemin yeşerdiği toprağa-ben, filozof
Dionysos ’un son havarisi-ben, bengi dönüşün öğretmeni” diyerek sanatın sunduğu çözümü insanlığa
sundu. Bunu yaparken de bize üç şey bıraktı; zaferi , yaratıcılığı ve sert olun ’u bıraktı.
Yorumlar
Yorum Gönder